Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

g) Davanın Menfaati Daima Dava Adamının Menfaatinden Önce Gelir.

g

g) Davanın
Menfaati Daima Dava Adamının Menfaatinden Önce Gelir.

Davanın menfatinden kasdımız Allah'u Teala'nın
bu dava için çizdiği hedefler ve bu hedeflere varabilmek için takip edilmiş
gereken metoddur. Davanın manfaati ancak Allah'ın çizdiği yolu dikkatle takip
etmekle gerçekleşir. Ne sebeple olursa olsun, Allah'ın çizdiği metodun dışına
çıkmak davanın menfaatine zıt düşer. Her ne kadar dava adamı bunun davanın
menfaatine uygun olacağına inansa bile...

Gerçek şu ki Davetçiler çoğu zan gözetilen
hedeflerin, öngörülen araç ve yolların dışına; davanın menfaati adına
çıkabilmektedirler. İşte Seyyid Kutub "davanın maslahatı" diye çokca kullanılan
bu yaftaya şiddetli bir şekilde karşı çıkmıştır.

"Bazı kimseler de davanın hassas ölçüleriyle
uyuşmayan ve sağlam metoduna yoğun düşmeyen metod ve üsluplara baş vurmak
isterler. Bunu yaparken de mensubu bulundukları davanın çabucak yayılıp
gelişmesini sağlamak isterler.

Kendi anlayışlarına göre "davanın menfaatinin"
burada olduğunu söylerler. Halbuki davanın gerçekten menfaatini sağlamak için
onun kendi metodları içinde yürüyerek geliştirmek, az veya çok tavizlere veya
kaçamaklara izin vermemek gerekir.

Zira sonuç bilinmez. Sonucun nereye varacağını
ancak Allah bilir. Bu yüzden dava adamlarına göre hesaplamamaları gerekir.
Yapılması şart olan şey; davanın belli metotlarının istikametinde açık ve kesin
olarak yürümek ve sonucu Allah'a bırakmaktır. Bu durumda en sonunda mutlaka
hayır gerçekleşecektir.

İşte burada Kur'an'ı Kerim dava adamlarını
şeytanın vesvese ve aldatmacalarına karşı uyanık olmaya çağırıyor. Çünkü şeytan
dava adamlarının içine buradan sızar."

(Fi-Zilal-il Kur'an c: 17 s:111)

"Esasen dava adamalarının dilinde "davanın
menfaati" cümlesi bulunmamalıdır. Bunu tamamen kaldırmak gerekir. Çünkü şeytan
hep bu noktadan girer ve bu naktadan sızar şahsi menfaatler geldiğinden girip
beceremediği şeyleri becerir.

Bazen de durum daha kötü bir şekil alır "Davanın
menfaati" cümlesi, dava adamlarının tapındıkları bir put haline gelir ve o zaman
davanın temel metodlarını unuturlar.

Dava adamlarının, kendi davalarının metodlarını
göz önünde bulundurarak sağa sola sapmaksızın, hiç bir şeye iltifat etmeksizin,
doğrudan doğruya kendi yollarında yürümeleri gerekir. Sağlam metodlara
sarıldıktan sonra sonuçları beklemek önemli değildir. Çünkü bazen bu gibi
hareketler davaya ve dava adamına zararlı sonuçlar verebilir.

Bir kere şu noktayı açık ve seçik olarak bilmek
gerekir; dava adamlarının dikkat edip sakınmaları gereken en büyük ve tek
tehlike hangi sebebe dayanırsa dayansın az veya çok davasını çizdiği yoldan
sapmak ve sağa sola mayletmetir.Şüphesiz ki Allah onlar için en faydalı şeyleri
en iyi bilendir. İşte bu yüzden kendileri faydaları araştırmakla mükellef
değillerdir. Onların mükellef oldukarı bir tek şey vardır, o da Allah'ın
nizamından taviz vermeden, sağa sola sapmadan, dosdoğru yolda yürümektir."

(Fizilal-il Kur'a nc: 17 s:11)

h)
İslam davasına mensup olanlarla cahili toplum arasında kesin bir ayrılığın
bulunması.

Bu, İslam toplumunun, itaat, sevgi, yardım ve
desteğini yalnızca kendi liderine yapması, cahiliyyeyi kesin reddetmesi
demektir.
"Cahiliyyet mensupları İslam davasının kendisi için bir
tehlike olduğunu kabul edince bu davayı bir ölüm kalım savaşı ile karşılarlar.
Bu çatışmada anlaşma, barış ve ittifaktan söz edilmez. İşte bunun için ne
cahilyyet mensupları ne de rasuller ve onlara tabi olanlar çarpışmanın
mahiyetini değiştirip kendilerini aldatmamışlardır.

Allah (c.c) şöyle byuruyor:

"Ve küfredenler rasullerine dediler ki: Ya sizi
aramızdan çıkarırız veya dinimize dönersiniz."
(İbrahim: 13)

Cahiliyyet ehli müslümanların kendi saflarından
ayrılıp ayrı bir birlik ve topluluk olarakak akideleri ve inanaçları çevresinde
toplanmalarını ve böylece kendilerinden uzaklaşmalarını istemekten çok kendi
cahili dinlerine dönmelerini ve kendi cahili toplulukları içinde eriyerek
kaybolmalarını isterler. Veya uzaklara gitmelerini arazilerini terketmelerini,
aksi taktirde zorla çıkaracaklarını söylerler.

Ama Rasullerden hiç birisi cahiyyet topluluğu
işine karışarak erimeyei ve kendi müslümanca özelliklerini yitirmeyi kabul
etmemiştir. Çünkü müslüman topluluğun dayandığı temel esaslar cahiliyet
toplumunun dayandığı esaslardan çok hem de pek çok farklıdır.

Hatta onlar bugün İslam'ın mahiyetini bilmeyen
bazı kimselerin söylediği gibi "iyi" de dememişlerdir. "Pekiyi, diyelim de kendi
davamızı aralarında yayalım ve bunun ardından onları kendi inancımıza hizmet
ettirelim" de dememişlerdir.

Müslümanın akidesiyle cahiliyet toplumu içinden
ayrılması, İslami varlığının ve İslama bağlanmasının zaruri şartıdır. Bu konuda
ayrı bir fikir, irade veya hürriyet söz konusu değildir. Aslına bakacak olursa
bu; toplulukların ve birliklerin organik yapıları sebebiyle yerine getirmeleri
gereken kesin bir zarurettir. Zaten İslam toplumunun bu organik yapısıdır ki;
her zaman cahiliyet topluluklarını, insanların bir tek Allah'a kulluğu esasına
dayanan ve sahte ilahları idare ve liderlik noktalarından silkip atmayı hedef
alan İslam davetine karşı hassas kılmıştır.

Ayrıca cahiliyet toplumu, içinde eriyip giden
her organizmeyı kendi yararı doğrultusunda kullanır. Bazı cahillerin sandığı
gibi, kendi müslümanlıkarı için hizmet ettirme imkanı vermez.

Bundan sonra artık Allah yolunun davetçilerinin
asla gözden uzak bulundurmamaları gereken bir gerçek ortaya çıkıyor, o da şudur:
Allah'ın kendi dostlarına yardım ederek, kavimleri ile onların aralarını hakikat
ölçüsüne göre ayıracağını bildiren vaadini gerçekleşmesi konusudur. Bunun için
Allah davasına mensup olanların kavimlerinden hak ölçüsü ve esaslarıyla kesin
ayrılmaları gerekir. Bu ayrılık, dava adamları cahiliyyet çamuru içinde eriyip
gittikçe ve bu teşkilatın hizmetinde çalıştıkça asla gerçekleşmez. Bu gibi
düşüncelerle geçirecek her an, davayı geriletmekten başka bir şeye yaramaz.

Ayrıca Allah'dan gelecek yardımı ve zaferi de
geciktirir. Aslında bu öyle ağır ve önemli bir mesuliyettir ki, dava adamları
onu bir an göz önünde bulundurup hesap ve ölçülerini ona göre yapmak
zorundadırlar..."

(Fi-Zilal-il Kur'an: 13s :143)

Allah-u Teala dava adamının hedefe varmasını
farz kılmamıştır. Fakat hedefe varmak için bütün gücüyle çalışmasını ve
çalışmalarını Alah'ın tayih ettiği metoda göre düzenlemesini farz kılmıştır.

Dava adamının vazifesi bütün insanların hidayeti
için çalışmaktır. İnsanlara hidayet etmek ona farz kılınmamıştır. O sadece
hidayet yoluna davet etmekle vazifelidir. Hidayet verici ise sadece Allah'u
Teala'dır.

"Gerçekten de Kur'an, emaneti taşımak için bazı
gönülleri hazır hale getiriyor ve yeniden inşa ediyordu. Tabii olarak bu
gönüllerin eşine rastlanmayacak şekilde güçlü, kuvvetli ve feragatkar olması
gerekirdi. Çünkü o herşeyini feda edecek ve her güçlülüge katlanacaktı. O bu
yeryüzüyle ilgili şeylere göz atmayacak ve ahiretten başka şeylerde gözü
olmayacaktı. Allah'ın rızasından başkasının istemeyecekti... Yeryüzündeki
yolculuk boyunca mesafeler kat edilirken dikilen engellere, zorluklara,
mahrumiyetlere, fedakarlıklara azap ve işkencelere, hatta ölüme bile hazır
olacaktı. Hem de yeryüzünde yakın zamanda mükafat beklemeksizin.. İsterse bu
mükafat bizzat davanın zaferi, İslam'ın galibiyeti ve müslümanların üstünlüğü
olsun. Hatta bu karşılık, zalimlerin helak olması ve ilk devrelerde yalancıların
çarptırıldığı büyük ve şiddetli bir ceza şeklinde olsun...

Böylece bu gönüller önlerinde, bu yolu
yeryüzende karşılık beklenmeden yürünecek tek yol olarak görsünler ve hak ile
batıl arasındaki kesin hesaplaşma zamanı olarak yalnız ahireti beklesinler...
Hatta Allah-u Teala niyetlerinin doğruluğunu, verdikleri vaadi ve ahdi; yerine
getireceklerini bildiği bu gönüller; zaferin yeryüzünde geldiğini görseler, buna
emin olsalar, kendi nefisleri için değil ilahi nizam için emanet vazifesini
yerine getirmeyi kabul etseler ve yeryüzü ganimetlerinin farkında olmasalar bile
bu emaneti yerine getireceklerdir. Çünkü onlar hak için fedakarlığa
katlanmışlar, Allah'ın rızasından başka bir mükafat istememişlerdir.

Zaferden, ganimetlerden ve mü'minlerin eliyle
müşriklerin yenildiğinden söz eden bütün ayetler Medine'de nazil olmuştur..

Bütün bu nimetler mü'minin programının,
beklediği ve görmek istediği şeylerin dışındadır."

(Yoldaki İşaretler s: 183-184)

Müslümanların yüce hedeflerine varmak için
yollarında yürüken, kafirleri dost edinmeleri, onlarla yardımlaşmaları veya
işbirliği yapmaları katiyyen caiz değildir. Bu kafirler ister müşrik, ister
putperest, ister yahudi veya hristiyan olsun hiç farketmez.

"Yalnız Kur'an'ı Kerim'in anlattığı, ehli
kitabın İslam'a ve müslümanlara karşı giriştiği savaşı dikkatle izleyenler,
onların bu dine karşı alçakca bir inad içinde ardı arkası kesilmez uzun devreli
bir savaşa girişmiş olduklarını görürler.

O günden sonra İslam'ın Medine'deki devletini
açıkca ilan edişinden günümüze kadar geçen tarih şeridine göz atanlar, onların
bu dine karşı durmak için ne derce inatçı bir ısrar ile direndiklerini ve bu
dini mahvetmek için ne kadar büyük bir istekle çırpındıklarını görürler.

İçinde bulunduğumuz asırda haçlılar ve
siyonistler geçmiş asırlarda kullandıkları oyunların, harplerin ve hilelerin kat
kat üstünde oyunlar kullandılar ve savaş taktikleri uyguladılar. Şu devrede bile
onlar hala bu dini temelden yok etmek için planlar hazırlamaktadırlar. Bu dine
karşı en son ve kesin harbin taktiklerini düşünmektedirler. Geçmiş asırlarda
denedikleri taktik ve üslüplara yeni bir takım oyunlar daha ekleyerek bu
savaşlarını sürdürmektedirler.

Bunu hem öyle bir zamanda yapmaktadırlar ki;
kendilerinin İslam'a mensup olduğunu iddia eden ahmak ve aptal bir grubun,
materyalizme ve Allahsızlık cereyanına karşı durabilmek için, diğer dinlerle
Müslümanların yardımlaşması gerektiğini söyleyenlerin zuhur ettiği bir zanda...
Her yerde İslam'a mensup olanları acımadan kesen, Endülüs'deki engizisyon
mahkemelerinden haçlı savaşlarındaki zehirli tuzaklara kadar her şeyleri ile
dolu-dizgin İslam'a savaş açmış olan din mensuplarıyla birleşmenin gerektiğini
geveledikleri sırada...

Bu savaşlarını, gerek Asya ve Afrika'daki
işgallerinde kullandıkları propoganda vasıtaları ile, gerekse hür ve bağımsız
memleketlerde yükselttikleri sistemler yoluyla sürdürmektedirler.

"Bilimsel ve "devrimci" oldukları için "gaybı"
reddeden laik dünya görüşleri ve inanç sistemlerini İslam'ın yerine oturtmak
için... Hürriyet ve gelişme içinde birbirlerine sokulan hayvanlar gibi bir ahlak
anlayışı inşa etmek için, bu ahlaki gelişmelerini (!) İslam'ın yerine oturtmak
üzere İslam fıkhını geliştirmek ve tekamül ettirmek için devrimci müsteşrikler
kongresi toplayarak bu savaşlarını sürdürmektedirler. Bunun yanı sıra da faizi,
cinsel hususları yaygınlaştırarak bu savşlarını devam etmektedirler.

Aslında bütün bunlar ehli kitabın bu dine karşı
giriştiği savaşların en vahşi ve en korkunç şeklidir. Nitekim bu dini, çok eski
zamanlarda Allah'ın gönderdiği kendi rasulleri onlara müjdelemişti. Ne varki
onlar bu müjdeyi bu şekilde iğrenç, çirkin ve inatçı tarzda karşıladılar."

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Nasıl ahidleri olabilir ki? Fırsat bulup galip
gelselerdi size karşı ne akrabalık bağlarına, ne de anlaşma hükümlerine
aldırmazlardı. Kalbleriyle istemezlerken sizi ağızlarıyla hoşnut etmeye
uğraşırlar, onlardan çoğu fasıktırlar. Allah'ın ayetlerini az bir değere
değişip, insanları O'nun yolundan alıkoydular. Onların işledikelri gerçekten ne
kötüdür." (Tevbe: 8-9)

(Fi-Zilal-il Kur'an c: 9 s:38)

"Bu, ehli kitap ve müşriklerin, müslümanlara
karşı sonsuza kadar devam edecek olan değişmez tutumlarıdır. Onların
müslümanlara karşı bütün tarih boyunca değişmeyen adetleri budur.

Bize göre İslam, hz. Muhammed (s.a.s)'in
risaleti ile başlamamış ancak hz. Muhammed (s.a.s)'le risalet müessesesi
mühürlenmiştir. Müşriklerin, daha önce gelen her rasule ve her risalete karşı
olan tutumları, şirkin mutlak olarak Allah'ın dinine karşı olan tutumunu
gösterir. Devam edip giden uzun savaşlar da, Allah kelamının tasvir gibi,
istisnasız bütün beşer tarihi boyunca şirkin değişmeyen durumunu göstermektedir.

Müşrikler; hz. Nuh'a, hz. Hud'a, hz. Salih'e, hz.
İbrahim'e, hz. Şuayb'a, hz. Musa'ya, hz. İsa'ya ve onlara inananlara kendi
devrelerinde neler yapmadılar?... Sonra hz. Muhammed'e ve müslümanlara karşı
neler yaptılar?... Onlar şayet güçlü kuvvetli olurlarsa, mü'minlerle yaptıkları
sözleşme ve teminatlara asla riayet etmezler...

Müşrikler, Tatarlar vasıtasıyla müslümanlara
neler yapmadılar ki?... Günümüzde bile... Hz. Rasul'den on dört asır sonra her
yerde ateistler ve müşrikler, neler yapıyorlar neler?... Şaşmaz ve değişmez
Kur'an ayetlerinin de ifade ettiği gibi onlar, mü'minlerle yaptıkları sözleşmeye
ve teminata asla riayet etmezler...

Putperest Tatarlar, Bağdat'ta müslümanlara
saldırdıkları zaman, tarihte eşine az rastlanan, görülmemiş bir facia meydana
gelmişti. Bu faciayı İbn-i Kesir'in "El Bidaye ven-nihaye" adlı eserinden
özetleyelim. İbn-i Kesir, hicri 656 yılı hadiselerini şöyle anlatıyor:

"Tatarlar şehre girdiler ve kadın, erker, çocuk,
yaşlı, genç... Ayakta durabilen ne kadar canlı varsa hepsini öldürdüler. Halkın
bir çoğu mahzenlere, hayvan ağıllarına ve haşhaş tarlalarına sindi. Buralarda
günlerce hapis kaldılar. Bir grup insan bir hana sığınyor ve hanın kapılarını
kapatıyor. Tatarlar geliyor kapıları kırarak veya yakarak açıyor, içeri
giriyorlar. Bunu gören zavallılar kaçışıyor ve en üst katlara doğru çıkıyorlar.
Tatarlar onları yakalayıp sopalarla öldürüyorlar. Handan dışarıya doğru oluk
oluk kan akmaya başlıyor.

İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.

Mescidlerde, camilerde ve ağıllarda da aynı
işlem tatbik ediliyor.

Yahudilerden, hristiyanlardan ve kendilerine
sığınan Rafızi vezir İbn-i Alkani'nin evine kapananlardan başka bir tek ferd
kurtulamıyor.

Ehl'i zimmet olan yahudi ve hristiyanlar hilafet
merkezini almak, orda ,islam ve müslümanların hükmüne son vermek üzere
Tatarlarla anlaşmışlardı. Onlara şehrin gizli taraflarını öğrettiler. Bu
felaketin icrasında onlarla fiilen ortak hareket ettiler. Müslümanların hükmüne
son vermek için putperest tatarları gönülden bir özlemle karşıladılar. Üstelik
bu insanlar kendilerine emniyet verilmiş ve himaye edilmişlerdi.

Bir de bazı tüccarlar malların, mülklerini
vermek suretiyle canların kurtarabiliyorlardı. Bağdat bütünüyle harap edildi.
Ancak parmakla sayılacak bir kaç insan ayakta kalabildi. Onlar da korku ve
zillet içinde...

Bu faciada Bağdat'ta öldürülen müslümanlarınm
sayısı hakkında ihtilaf vardır. Bir kısmı 800.000 bir kısmı da 1.000.000
diyordu. Başkaları da 2.000.000 canın telef edildiğini söylüyordu.

La havle vela kuvvete illa billah...

Tatarların Bağdat'a girişleri Muharrem'in
sonlarına rastlar. Kılıçlar kırk gün müddetle Bağdatlıları biçmeye devam etti.
Mü'minlerin emiri Halife Mu'tasım Billah da Safer ayının on dördüncü çarşamba
günü öldürüldü ve kabri silindi gitti. O, kırk altı yaşını dört ay geçmişti.
Hilafet müddeti ise on bir sene sekiz ay sürmüştür. Kendileriyle beraber yirmi
beş yaşındaki büyük oğlu Ebul Abas Ahmed de öldürüldü. Sonra yirmi üç yaşındaki
ortanca oğlu Ebul Fadl Abdurrahman öldürüldü. En küçük oğlu Mübürek ile Hadice,
Fatıma ve Meryem isimli üç kızkardeşi de esir alındı.

Vezirin düşmanı olan Darul hilafe hocası Şeyh
Muhyiddin Yusuf İbn-i Şeyh Ebul Ferec İbn Cevzi de öldürüldü. Abdullah,
Abdurrahman ve Abdulkerim isimlerindeki üç oğlununda hayatlarına son verildi.
Devlet büyükleri teker teker öldürüldü. Katip Mücahid bin Aybek, Şihabuddin
Süleyman Şah ve şehrin ileri gelenlerinden dini reislerinden bir çoğu şehid
edildi. Abbasilerden bir adam, hilafet sarayından çağrılır, çocukları ve karısı
çıkarılır sonra dümdüz olmuş kabristana götürülür, o dehşet verici manzara
gösterilir ve sonra da koyun keser gibi kesilir. Ve kızlarından, cariyelerinden
hangisi edilirse esir alınır... Şeyhler şeyhi, hilafetin şahsiyeti Sadruddin Ali
Bin Neyyar da öldürüldü. Hafızlar, imamlar ve hatiplerin hepsi öldürüldü. Aylar
boyunca Bağdat'ta camiler, mescidler kapalı kaldı, cumalar tatil edildi.

Kırkıncı günün sonunda mukadder facia sona
erince Bağdat'ın her tarafı çökmüş, yıkılmış ve parmakla sayılacak kadar az bir
insan hayatta kalabilmişti. Yollarda ölülerden tepeler meydana gelmişti. Yağan
yağmurlar ölülerin şekillerini değiştirmiş, cesetler her tarafa dayanılmaz bir
koku yaymaya başlamıştı. Bu hal temiz havayı bile değiştirdi. Bundan dolayı
şiddetli bir veba baş gösterdi. Bu hastalık hava yolu ile Şam diyarlarına dahi
ulaştı. Kötü koku ve havanın değişmesi sebebiyle bir çok insan öldü. Veba, taun,
bela, musibet, yokluk adeta insanlar mahvetmek için birleşmişlerdi.

Bağdat'ta eman verildiği haberi duyulunca,
insanlar toprak altından, mahzenlerden, kuyulardan ve kabirlerden çıkmaya
başladılar. Sanki mezardan çıkan ölüler gibi idiler. Birbirlerini
tanıyamıyorlardı. Anne evladını, Kardeş kardeşini tanıyamıyordu. Dışarda da
şiddetli bir vebanın pençesine düştüler ve teker teker eriyip gittiler, önceden
öldürülenlere kavuştular.

Bu tarihi olaydan bir tanesidir. Görüyoruz ki
müşrikler, müslümanlara güçleri yettiği zaman ne verilen sözleri, ne de yapılan
andlaşmalara riayet ederler. Bu tarihin uzak devirlerinde ve mazinin
karanlıklarında kaybolup giden Tatarlara mahsus bir tarihi olay mıdır?

Hayır, asla!

Modern devrin tarihi olayları, bundan hiç de
farklı değildir. Hindistan'la Pakistan ayrıldıkları zaman, Hind Putperestlerinin
İslam'ı seçenlere yaptıkları kötülükler ve ihanetler, eski devirlerdeki
Tatarların yaptıklarından hiç de aşağı kalmaz...

Hindistan'dan hicret eden 8.000.000 islamı seçen
insan barbarların Hindistan'da kalan kendi inançlarındaki diğer insanlara
yaptıkları zulümden kurtulmak için hicreti tercih etmişlerdi. Pakistan'a
bunlardan sadece 3.000.000'u ulaşabildi. Kalan 5.000.000 kişiye gelince; onların
hesabı yollarda görüldü.

Hindistan devleti tarfından gayet iyi tanınan ve
Hind hükümetinin ileri gelen kişileri tarfından korunan, putperest fakat
muntazam bir insan sürüsü, İslamı seçen insanlara tecavüz üstüne tecavüz etti.
Yol boyunca onları kurbanlık koçlar gibi kestiler. Cesetlerine de akıllara gelen
her türlü kötülükleri işledikten sonra kuşlara ve vahşi hayvanlara yem yaptılar.
Bunların yaptıkları, Tatarların Bağdat'lı müslümanlara yaptıklarından çok
değilse hiç de az değildir...

Düzenli kuvvetlerin yaptığı bu çirkin, kötü ve
korkunç facia İslam'ı seçen memurlarını Pakistan'a nakledildiği tren kervanında
işlenmişti. Halbuki Hind dairelerinde çalışan İslam'ı seçen kişilerden arzu
edenlerin hicret edebileceği hususunda tam bir ittifak yapılmıştı. Ve bu
kervanda 50.000 memur vardı... Kervan Hindistan'la Pakistan arasındaki "Hayber"
geçidinde bir tünele 50.000 kişi ile girmiş, fakat diğer taraftan dağılmış,
parçalanmış, her tarafa yayılmış insan cesetlerinin parçaları ile çıkmıştı...

Azgınlıkta tecrübeli putperest Hint sürüsü,
treni tünelde durdurmuş ve 50.000 memurun paramparça edilmesinden, kan, kemik ve
et yığını haline gelmesinden sonra yoluna devam etmesine müsaade etmişti. Yüce
Allah'ın eşsiz kelamı ne kadar doğru:
"Nasıl ahidleri olabilir ki, fırsat bulup galip
gelselerdi size karşı ne akrabalık bağlarına ne de antlaşma hükümlerine
aldırırlardı." (Tevbe: 8)

Tatarların, Komünist Rusya'daki ve Çin'deki
halefleri oradaki İslam'ı seçenlere neler yaptılar neler? Çeyrek asır içinde
26.000.000 İslam'ı seçen insanın canına kıydılar... Her sene 1.000.000 kişi
olmak üzere bu öldürme fiili devam etti... İnsanı titreten, tüylerini diken
diken eden o cenhennemi işkencler de cabası...

Çin kıtasında İslam'ı seçen Türkistanlılar'a
karşı, Tatarların kötülüklerin gölgede bırakan olaylar maydana geldi. Onların
liderlerinden biri getirildi ana caddede bir çukur kazıldı. İşkence ve baskı ile
halk insan pisliklerini getirmeye zorlandı. Getirilen pislikleri, kuyudaki
liderlerinin üzerine boşalttırdılar... Üç gün müddetle bu devam etti... Ve
sonunda adam, kuyuda boğuldu gitti...

Kominist Yugoslavya da İslam'ı seçen
Yugoslavlar'a aynı kötülükleri uyguladı. Komünizmin Yugoslavya da İslam'ı seçen
Yugoslavlar'a aynı kötülükleri uyguladı. Komünizmin Yugoslavya'ya yerleşmesinden
sonra 2. Dünya harbinden bu yana milyonlarca kişinin canına kıydı. Aynı katliam
ve aynı vahşi işkenceler halen devam etmektedir. Erkekler, kadınlar pastırma
makinalarına sokuluyor ve diğer taraftan etten, kemikten, kandan mamul bir hamur
halinde çıkarılıyordu...

Yugoslavya'da yapılan kötülükler, bütün komünist
ve putperest devletlerde aynen uygulanmakta, buğün dahi aynı yüz kızartıcı
işkencelere devam edilmektedir.

Yüce Allah'ın eşsiz kelamı ne kadar doğru:

"Nasıl ahdleri olabilir ki, fırsat bulup galip
gelselerdi size karşı ne akrabalık bağlarına ne de antlaşma hükümlerine
aldırırlardı." (Tevbe: 8)

?Ne akrabalık bağlarına ne de antlaşma
hükümlerine riayet ederler... Onlar azgınların ta kendileridir."
(Tevbe: 10)
Bu durum sadece Arap yarımadısına has geçici bir durum
değildir. Hatta Bağdat'a has geçici bir facia da değildir... Şurası muhakkak ve
kati bir gerçektir ki, nerede mü'min kitleler bulunursa ve nerede yalnız ve
yalnız Allah'a ibadet edilirse... Ne zaman ve nerede Allah'tan başkasına tapan
müşrikler ve imansızlar da mevcud olursa yukarıda zikri geçen durumlar meydana
gelecektir, aksi imkansızdır. Zaden bundan dolayıdır ki yukarıdaki ayetler her
ne kadar yarımadadaki bir durumu ortadan kaldırmak ve inatçı putperestlerle
muamele şekillerini beyan etmekte ise de zaman ve mekan kaydıyla sınırlı
değildir... Çünkü ihtiva ettiği hükümler her zaman ve her yerde geçerli
hükümlerdir. Bunların uygulanmasına gelince; bu tamamen tatbik gücü ve imkanı
ile alakalıdır. Tıpkı Arap yarımadasında olduğu gibi... Ne zaman ele imkan
geçerse o zaman tatbik sahasına konur. Yoksa zaman ve mekanın değişmesiyle
değişmeyen temel şartlar ve esas hükümle ilgili değildir...

(Fizilal-il Kur'an c:10 s: 153/154)

İSLAMIN HAREKET METODU.. Önsöz.
Seyyid Kutub'un Kısaca Hayatı
1) İslam'a Yönelişten Önceki Aşama.
2) İslam'a Genel Olarak Yöneliş Aşaması
3) Sınırları Belli İslam'i Yöneliş Aşaması
Giriş.
İslami Hareket Metodu.
İslami Hakim Kilmak İçin Allah'in Bildirdiği Metodla Hareket Etmek Mutlaka Gereklidir
Allah'tan Gelen Hareket Metodunun Özellikleri
Birincisi İslami Hareket Metodu Pratik Bir Metoddur.
İkincisi İslami Hareket Ciddi Ve Pratiktir.
Üçüncüsü İslami Hareket Metodu Yapıcı Ve Hareketlidir.
Dördüncüsü İslami Hareket Metodu Merhalelidir.
Beşincisi Allah'tan Gelen Hareket Metodu, Davayı Dava Adamından Daha Üstün Tutar.
Altıncısı Allah'tan Gelen Hareket Metodunun Yeryüzünde Belli Bir Hedefi Vardır
Yedincisi Allah'tan Gelen Hareket Metodu Kolaylaştırılmış Bir Metoddur.
Sekizincisi Allah'tan Gelen Hareket Metodu Kadere Ve Tevekküle Inanan Bir Hareket Metodudur.
Allah'tan Gelen Hareket Metodunun Bölümleri
1- İslami Cemaatin Doğuşunun Gerekliliği
2- Doğuşun  Kaçınılmazlığı
3- Yeni Doğan Cemaatin Özellikleri
4) Sağlam Bir Karakter Ve Güzel Bir Ahlaka Sahip Olmak
5) Teşkilatın Sağlam Yapılı Olması
6) Teşkilatın Başında Liderin İlim Ve Basiret Sahibi Güvenilir Bir Müslüman Olması.
7) Bu Cemaatin Fertlerini Sadece Allah Rasulünün Ve Müslüman Liderin Velayetinde Olmaları, Cahili Toplum Ve Bu Toplumun Liderleriyle Herhangi Bir Dostluk Ve Ilişki Içine Girmemeleri...
4- Yol Azığı
5- Yıkma Ve İnşa Etme İçin Gerekli Aletler
A- İslam'ı Açıklamak
B- Hareket
6- Birinci Adım İslami Akideye Davet.
Akide Üzerinde Bu Kadar uzun Süre Durulmasının Ve Bu Süre İçinde Başka Meselelerin ele Alınmasının Sebebleri
7- Bu Yolda İlerlerken Karşılaşılacak Şeyler
a) Sebat
b) Allah'a Ve Rasulüne Itaat Etmek. Zikir Ve Dua Vasıtısıyla Allah'a Yaklaşmak.
c) Münakaşa ve İhtilaftan Uzak Kalmak.
d) Sabretmek
e) Maddi Hazırlık.
f) Sağlam Bir Temel Oluşturmadan, Davayı Geniş Bir Şekilde Yaymaktan Sakınmak Gerekir.
g) Davanın Menfaati Daima Dava Adamının Menfaatinden Önce Gelir.
Müslümanlar'i Tekfir Meselesi
1- Seyyid Kutub Kimleri Tekfir Ediyor?.
2- Seyyid Kutub'un Tekfir Ettiği Ve Lailahe Illallah'a Gereği Gibi Şehadet Etmeyen Kimselerin Özellikleri Nelerdir? 
3- Seyyid Kutub'un Delilleri
Cahil Taplum Ve Dar'ul Harb.