Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Uzlaşma Teklifleri Karşısında Peygamberimiz.

Uzlaşma Teklifleri Karşısında Peygamberimiz

Uzlaşma Teklifleri Karşısında Peygamberimiz

Rasülullah, Mekke müşriklerini açıktan
İslâm'a dâvet ettiğinde, önde gelen güçler, etkili ve yetkili çevreler,
imtiyazlı sınıflar, çıkarlarıyla İslâm arasında uzlaşma mümkün olmayan bir
çelişki gördüklerinden, bu dâveti kabul etmeyip düşmanca tavır aldılar. Önce Hz.
Peygamber'in deli, şair, sihirbaz olduğunu yaymaya başladılar. Bu tutmayınca,
işkence, baskı ve tehditlere koyuldular. Ama Allah rasülünün kararı kesindi ve
onu hiç bir güç bu kararından çeviremiyordu. Durumun ciddiyetini anlayan
müşrikler, son çare olarak Peygamber'le uzlaşma yolları aradılar. Bu uzlaşma
talepleri, Rasül'ün daha yumuşak bir tutum içine girmesi, tanrılarına ve kutsal
kabul ettikleri şeylere saygılı olması, kendilerine hoşgörü ile davranması,
tapınmalarını ve putların karşılarında saygı duruşlarını küçümseyip
kötülememesi, siyasî karar alma mekanizmalarına (Dâru'n-Nedve'ye/millet
meclislerine) ve çıkan kararlara itaat etmesi, kurulu düzene karşı çıkmaması
şeklindeydi. Verecekleri bazı tâvizlerine karşılık olarak, bazı tâvizler
istiyorlardı.

Vermeyi teklif ettikleri bu tâvizler
arasında "dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet; bir sene de biz
yönetelim" teklifi de vardı. Ama Rasülullah bu tekliflerin tümüne Kur'an'dan
âyetler okuyarak red cevabı veriyordu. Oysa müşrikler "bizim sistemimize
dokunma, ama onu gel sen yürüt" diyorlardı. Temelinde şirk ve adaletsizlik olan
bâtıl bir rejimin yönetimi Peygamber'in eline iki yılda bir geçseydi ne
değişirdi ki?! Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü "biz sana
uyarsak, yerlerimizden (mevkilerimizden) hızla çekilip alınacağız." (28/Kasas,
57) diyorlardı. Zaten Rasül' ün amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan
almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün
yerine İslâm adaletini, yani bâtılın yerine hakkı ikame etmek, yani câhiliyye
sistemini kökünden yok etmek, darmadağın edip devirmekti.

Peygamber Efendimiz, müşriklerin bâtıl
inançlarını, ibadet şekillerini, ekonomik zulümlerini, zorbalık ve
ahlâksızlıklarını gündeme getirip tenkit etmeye ve alternatif olarak İslâm
ahkâmını/nizamını sunmaya başlayınca müşriklerin tepkisinin şiddeti artmıştı.
Ebu Süfyan, Velid bin Muğîre gibi Kureyş kabilesinin ileri gelenleri Ebu Talib'e
giderek Hz. Peygamber'i şikâyet edip şöyle demişlerdi: "Ey Ebu Talib, yeğenin
dinimizi aşağılıyor, fikirlerimizi, hayat tarzımızı saçmalık olarak niteliyor,
atalamızı sapıklıkla suçluyor. Ya onu bu işten vazgeçirirsin ya da aradan çekil,
biz onun hakkından geliriz. Ona engel olmazsan iki gruptan biri helâk olana
kadar savaşırız." Ebu Talib, müşriklerin uzlaşma taleplerini Peygamberimiz'e
anlatınca Rasül-i Ekrem'in şu meşhur cevabı verdiğini biliyoruz: "Amca, vallahi,
bu dâvâdan vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine
vazgeçmem. Allah bu dini üstün getirene veya ben bu uğurda ölene kadar bir an
bile mücadeleden geri kalmam." (7)

Hz. Hamza'nın müslüman olduğu günlerde Utbe
isimli müşrik, Peygamberimiz'in yanına gidip müşrikler adına şu talebi dile
getirmiştir: "Ey Muhammed! Bildiğin gibi bizim aramızda aşiret ve soy bakımından
saygın bir yere sahipsin. Sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Birliklerini
parçaladın, fikirlerini saçmalık olarak niteledin. Tanrılarının çokluğunu ve
dinlerini ayıpladın, geçmiş atalarını karaladın. Sana bazı önerilerde
bulunacağım. Eğer sen, bu getirdiğin dini kullanarak mal edinmek istiyorsan,
senin için mal toplarız ve aramızda en çok mala sahip olanımız olursun. Eğer bu
yaptıklarınla şeref elde etmek istiyorsan seni başımıza lider tayin ederiz ve
sensiz hiç bir şey yapmayız. Eğer kral olmak istiyorsan seni kral yaparız." Utbe
sözlerini bitirince Peygamberimiz bu pazarlık girişimini, uzlaşma teklifini hiç
düşünmeden reddetmiş ve cevap olarak Fussılet sûresinin ilk âyetlerini
okumuştur:

"Hâ Mîm. (Kur'an) Rahmân ve rahîm olan
Allah katından indirilmiştir. Bilen bir kavim için, âyetleri Arapça olarak
açıklanmış bir kitaptır. Bu Kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu
yüz çevirdi. Artık dinlemezler. Ve dediler ki: 'Bizi çağırdığın şeye karşı
kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin
aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de
yapacağız. De ki: 'Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek
ilâh olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin.
Müşriklerin/ortak koşanların vay haline!"
(41/Fussılet,
1-6)

Bir gün Peygamberimiz Kâbe'yi tavaf ederken
Velid bin Muğîre, Ümeyye bin Halef, As bin Vâil ile karşılaştı. Bunlar,
kabileleri arasında çok önemli kimselerdi. Dediler ki: " Ya Muhammed! Gel, biz
senin ibadet ettiğine ibadet edelim, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece
seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin ibadet ettiğin bizimkinden
hayırlıysa böylece ondan nasibimizi alırız. Yok, eğer bizim taptığımız
seninkinden hayırlıysa o zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun." Bunun
üzerine Allah Teâlâ, Rasülü'nün cevap vermesi için şu âyetleri indirdi: "Ey
kâfirler, ben sizin taptığınıza kulluk etmem. Benim ibadet ettiğime de siz
kulluk etmezsiniz. Ben sizin taptığınıza kulluk edecek değilim; siz de benim
ibadet ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana!"
(109/Kâfirûn, 1-6)

İnsanlar arası ilişkilerinde yumuşak huylu
olan, akrabalarına ve çevresindeki insanlara iyilikte bulunmayı, kolaylığı ve
kolaylaştırmayı seven biri olan güzel huylu Hz. Peygamber, örneklerde görüldüğü
gibi, hiç bir zaman islâm'ın ilkelerini pazarlık konusu yapmamış, müşriklerle
uzlaşmaya yanaşmamıştır. Mekke'de zulmün, vahşet ve işkencelerin tarihe kara bir
leke olarak geçtiği o karanlık günlerde, hem kendisi, hem de mü'minlere büyük
baskılar olmasına rağmen, haktan en küçük bir tâviz vermemiştir. Malla şımaran
müstekbirlere ve siyasal güçle azan zorbalara karşı söylenmesi gereken hak sözü
gizlemeye, çarpıtmaya yeltenmemiş, putları seviyor gözükmemiş, putçuları övecek
tavır kesinlikle sergilememiştir. Kimseden çekinmeden, eğriltmeden, çıkar
gruplarının arzuları doğrultusunda yorumlamadan, açık açık, net bir şekilde
Kur'an'ı ve Allah'ın hükümlerini tebliğ etmiş, hayata geçirilmesi için bütün
gayretini göstermiştir. O'na inanan insanlar da aynı çizgiyi büyük bedeller
ödeme pahasına sürdürmüştür.

Çağdaş dünyadaki müslümanların,
peygamberimizin kurulu düzene karşı takındığı tavırdan mutlaka dersler çıkarması
gerekir. Her şeyi ile örnek almak zorunda olduğumuz (33/Ahzâb, 21) önderimizin
uzlaşma konusundaki tavrından bir başka örnek daha verelim: Rasulullah,
müşriklerle savaşmak için Bedir'e doğru yol aldığında, cesareti ve kahramanlığı
ile ün yapmış bir müşrik, Rasülü Ekrem'in yanına geldi ve müslümanlarla birlikte
savaşa katılmak istediğini söyledi. Peygamber efendimiz, "Ben bir müşrikten
yardım almam!" diyerek adamı geri gönderdi. Adam üç defa gelerek aynı
teklifi yaptı. Üçüncü seferinde "Allah'a ve Rasülü'ne iman ediyorum" deyince
"o halde yürü!" diye orduya kattı. (S. Müslim, hadis no: 151).

Rasülullah, çevresinde kahramanlığı ve
cesaretiyle ün yapmış bir müşriğin yardım teklifini, iman etmediği gerekçesiyle
kabul etmiyor. Halbuki ashâb, moral yönü ile bu yardım teklifini olumlu
karşılamışlardı. Ancak Hz. Peygamber, neyin uğrunda savaştığını ashâbından daha
iyi bilmekteydi. Böyle kritik bir zamanda, müslümanlarla müşrikler arasında
birtakım dostluklar, yardımlaşmalar kurulursa bu, tevhidin insan hayatına yer
etme mücadelesine ileride köstek teşkil edecek, savaşta kurulan ittifaklar,
giderek duygusal yaklaşımlara yol açacaktır. Oysa İslâm'ın yeryüzünde kavgasını
vermenin asıl amacı, şirki, bütün düşünce ve kurumlarıyla tamamen söküp
atmaktır. Bunun için de kesin ve açık bir tavır gereklidir. Şartlar ne olursa
olsun, müşriklerle kurulacak bir ittifak, dinin pratikte gerçekleştirmek
istediği hedeflerle bağdaşma-maktadır.

İslâm adına verilen mücadele sürecinde
müşriklerle her türlü ittifakın Rasulullah'ca uygun görülmediği, bundan şiddetle
kaçınıldığı kesin bir gerçektir. Rasulullah bir başka hadis-i şerifinde, açıkça:
"müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız." (Nesâi, Kitab: 48, bab 52)
diye emretmiştir. Evet... Müşriklerin ateşiyle aydınlanmak, hele bizim
ateşimizle onları aydınlatmak... Kâfirlere vermek, onlardan almak... Her iki
konu üzerinde çokça düşünmek ve ona göre davranmak zorundayız.

İslâm'da savaşlar, kâfirlerin değil;
müslümanların istediği sahalarda kabul edilir. Her çeşit İslâmî mücadele ve
hizmetlerin esasları, ancak müslümanların istediği şekillerde ve İslâmî
esaslara göre tanzim edilir. Bugün ise Firavunların tesbit ve müsaade ettiği,
yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği alanda mücadele ve çalışmayı tercih eden
müslümanlar, Firavun'lara açıkça cephe almadan onları nasıl altedeceklerdir?

Peygamberimiz'e yapılan teklifte de,
tarihte ve günümüzde yüzlerce tekrar edilen nice olaylarda da görüldüğü
gibi, egemenliği ellerinde bulunduran tâğutî güçler, İslâm'ın sosyal
hayata hâkim olmaya kalkmasını daima kendi şeytanî çıkarları için tehlikeli
görmekte ve İslâm'ı gündeme getiren müslümanlara tâviz vererek, onlardan bazı
tâvizler istemektedirler. Tâğutlar, tevhidî hareketi kontrol altına almak ve
aslî çizgisinden saptırarak etkisiz hale getirmek istedikleri için bu yola
başvururlar. Başlarında Peygamber ve O'nun gerçek vârisleri olan, sadece Allah'a
bağlı güvenilir liderlerin bulunmadığı birçok tevhidî hareket, şeytan ve
dostlarının bu tâviz alışverişi ve bu müdahalesiyle sapmış ve bağlılarını da
saptırmıştır. Evet, hıristiyanlığın tevhid dini olma vasfından saparak, her
türlü ahlâksızlığın, zâlim güçlerin, şirkin emrine ve hizmetine girmesiyle
sonuçlanan tahrifatına sebep, Kostantinius'un 325 yıllarında hıristiyanlıkla
Roma despotizmini uzlaştırması olmuş, bugün de kolaylıkla her şeyle, her
sistemle uzlaşabilecek mirası hıristiyanlık, o zamanlardan muharref bünyesine
almıştır.

Padişahlık, yani hadis-i şerifteki
tâbiriyle "ısırıcı krallık" rejimleriyle, sarayın her türlü çıkarlarına, padişah
efendilerin her türlü arzularına fetva bulmaya çalışarak Allah'ın koyduğu
sınırları çokça aşan anlayışlarla uzlaştırılmasıyla Din'e nice bid'at ve
hurâfeler girmiştir. İslâm, aslî yapısından, enerjik ve dinamik ölçüsünden
sapmalarla, nihayet T.C. nin emrine ve hizmetine giren, ona her türlü
uygulamasında yardımcı ve fetvacı olan Diyanet İslâmcılığı meydana gelmiştir.
Gelinen noktanın Osmanlı'dan miras alınan uzlaşma ve tâvizcilik sayesinde bir
uzantı olduğu unutulmamalıdır. İslâm'ın istediği bir devlet olmadığı zaman, eğer
uzlaşma varsa, devletin istediği İslâm ortaya çıkacaktır. Müslümanlar, basit
gördükleri bir-iki tâviz verdikleri zaman, bir müddet sonra dâvânın tümüyle
özünden sapması kaçınılmaz olmakta, atı alan Üsküdar'ı geçmektedir.

Gerçekte güç ve kuvvet, izzet ve şeref
Allah'a aittir. O, dilediğini güçlü kılar (3/Âli İmran, 126). Kâfirler zâhiren
güçlü görünseler de bu görünüm; sanaldır, hallüsinasyondur. Müslümanlar, önce
Allah'a, sonra az sayıda ve imkânda olsalar bile O'nun verdiği güce ve izzete
sahip olan kendilerine güvenmek zorundadırlar. Bilmelidirler ki, "Allah'ın
izniyle nice az bir topluluk, daha çok topluluğa gâlip/üstün gelmiştir. Allah
sabredenlerle beraberdir." (2/Bakara, 249) Allah'a ve kendine güvenen bir
müslüman, hangi şartlarda ve durumda olursa olsun, hakiki manada güçsüz olan
müşrik güçlere yaslanmayı kabul edemez ve onlarla uzlaşamaz. Çünkü mü'min,
dâvâsında haklı olduğuna ve Allah'ın yardım edeceğine kesin olarak inanır ve
kâfirlerden korkmaz. Neticeyi ve zaferi Allah'ın vereceğini bilir. Bu özgüvene
sahip olmayan, kendinden zâhiren daha üstün konumdaki zorba güçlere karşı
mücadeleyi göze alamaz ve onun tahakkümü anlamını taşıyan uzlaşmadan başka bir
seçeneği olmadığını varsayarak zulme, sömürüye, yönetilmeye, şerefsizliğe, kula
kul olmaya boyun eğer.

Müslümanın tâviz vermesi kadar, tâviz
alması da çoğu zaman dâvâsına zararlı olur. Kâfirlerin bu tâvizleri, kendilerini
veya rejimlerini müslümanlara biraz daha benimsettirmesi, onları iğdiş ederek
uzlaşmaya girmesi, neticede dâvâyı saptırıcı sonuçlar doğuran oyunların tezgâhı
gibi şeytanî hileler olarak kabul edilmelidir.

Uzlaşma; düşüncelerde, değerlerde,
ölçülerde, prensiplerde, sosyal ve siyasal tavırlarda çöküş içine girmek, sivil
itaatsizliği bile becerememektir. Uzlaşma, kaypaklıktır, ilkesizliktir. Olduğu
gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamaktır. Uzlaşma, psikolojik mağlubiyettir.
İzzetin Allah katında ve mü'minlerin hakkı olduğunu unutmak, zelil
olanları aziz kılmaya çalışmaktır. Düşmanı gözde büyütmek, bükemediği eli
öpmektir; o elin az sonra boğazını sıkmaya hazırlandığını unutmaktır. Uzlaşma,
hak ölçülerle uyuşmaz ama kapitalizm, pragmatizm ve makyavelizmle uyuşan ve
örtüşen yönleri az sayılmaz; her şeyi pazarlık konusu yapmaktır uzlaşma; faydayı
dâvânın önüne geçirebilmektir. Rasyonel/akılcı olmak ve dâvâ eri mücâhide
Allah'ın yardım vaadlerini ve dâvânın Allah'la bağlantısını göz ardı etmek,
kâfirler hangi yoldan başarılı oluyorsa o yolları denemektir. Mutlak doğruyu,
vahye ait hakikatleri, babasının malı imiş gibi değerlendirmektir. Bana
dokunmayan yılan bin yaşasın deyip yılanların yaşamasına yardımcı olmak,
ömürlerini uzatmaktır. Haktan taviz ve uzlaşma, yok olmak ilâhî kaderi olan, her
an komada yaşayıp can çekişen bâtılın iskeletine kan pompalamaktır.

Laiklik, ırkçılık, milliyetçilik,
demokratlık, materyalizm, determinizm, tarih kutsayıcılığı, örf-âdet ve
gelenekçilik, pragmatizm, makyavelizm... hep uzlaşmacılıktır. Dergi, dernek,
vakıf, özel okul, radyo, televizyon, parti, teşkilât gibi sistem içi araçları
kullanırken çok hassas olunmalı veya ileride tâviz vermeyecek kesin tedbirler ve
ilkeler baştan kesin kararlara bağlanmalıdır. Çünkü bunlar, çoğunlukla
uzlaşmacı zihniyete kurban edilerek "hizmet ediyoruz" derken giderek bu araçlar
amaçlaştırılmakta ve ava giden avlanmaktadır. İslâmî duyarlılık ve inkılâpçı
tavırlarla kanunlar lastik gibi en sonuna kadar uzatılıp sündürülmeli veya
görmezden gelinmelidir ki bu tür araçların kullanımı meşrû olabilsin. Bu da
tahmin edildiğinden çok zor ve güzel örnekleri yok denilecek kadar az olan bir
durumdur. Risk büyüktür; ya bunca maddî-manevî fedakârlıkları, birikim ve
emekleri kaybetmek, ya da bu araçlar vasıtasıyla Hak rızasını ve imtihanı
kaybetmek. Çoğunlukla görülen odur ki, bu tür silâhlar geri tepmekte, düşmanı
değil; kullananları ve destekleyicilerini vurup yaralamaktadır. Az sayıdaki
istisnaları hâriç tutarak, müslümanların eliyle ve imkânlarıyla bâtılın
güçlenmesine yol açan bu araçların temel vasıflarının taviz araçları olduğu
yaklaşımını haklı gösteren bolca örnekler vardır.

Demokratik yapılanma ve resmî çalışmalar,
ister istemez uzlaşmacı yaklaşımlardır. Bu uzlaşmacı ve demokratik yaklaşım,
Hasan el-Bennâ, Abdülkadir Udeh ve Seyyid Kutub'lar zamanında dünyayı titreten
Ihvân-ı Müslimîn hareketini ne hale getirdi, gören gözler için yakın tarihin
bize ihtarıdır. Resmî tabelâlar altında ve düzenin belirlediği ve yönlendirdiği
alanlardaki gayretler, az veya çok tâviz vermeyi kolayca kabullendiğinden
bereketsizlikle sonuçlanmaktadır. Cennet, kılıçların gölgesinde olduğu gibi;
izzet ve onur da hak prensiplerden tâviz vermeyen şahsiyetli, kimlikli
müslümanların hakkıdır.

Hakkı ketm etmek (gizlemek) ve hakkı
bâtılla örtüp hakka bâtılı karıştırmak, Din'i kuşa benzetmektir. Hak din'in
etkisizleştirilmesi, atmalar ve katmalar yoluyla olmuştur. Atma, hakkı gizlemek;
katma ise hakka bâtılı karıştırmaktır. Hakkı/İslâm'ı bâtılın/kâfirlerin
istediği, râzı olduğu şekle koymak veya konulan bu şekle karşı çıkmamaktır. O
yüzden dinin temel ilkelerin-den tâviz, itikadı ilgilendiren bir vakadır;
ihanettir veya en azından ihanete seyirci kalmaktır.