Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
İmanın Niceliği
İmanın Niceliği 
 
İmanın Niceliği 
 
 
 
Kur'ân-ı Kerim'de insanlığa sunulmuş çeşitli 
bilgiler vardır. Bunların arasında bazıları özet ve globaldir. Melekler, 
peygamberler ve ilâhî kitaplar gibi... Bunların her birini bizzat adıyla ayrı 
ayrı tanımak mümkün değildir. Çünkü böyle ayrıntılı olarak bildirilmemişlerdir. 
 
[1] 
Dolayısıyla bunların varlığına toplu olarak inanmak gerekir ki buna 
?icmâlî iman? denilmiştir. 
 
Kuşkusuz insanlar eğitim ve kültür bakımından 
farklı düzeylere sahiptirler. Bazı kimseler kâinâta, eşya ve olaylara çok 
yönlü açılardan bakabildikleri ve olup biten esrarengiz hadiselerin sebep ve 
sonuçları üzerinde derin derin düşündükleri halde birçok kimseler, gözlerinin 
önündeki şeylerin; hemen hergün karşılaştıkları tekdüze hayat meselelerinin 
üzerinde bile birazcık muhakeme yapamayacak kadar basit kafa yapısına 
sahiptirler. Çeşitli psikolojik durumlarını ve yetişme tarzlarından ileri gelen 
değer yargılarını da hesaba katarsak anlayış, duygu ve idrak bakımından 
insanların ne kadar farklı düşünce yapılarına sahip oldukları tahmin 
edilebilir. Bu çeşitliliğe rağmen insan, kendisini yaratan gücü keşfedebilecek 
minimum bir kavrayış potansiyeline sahiptir. İşte bu nedenledir ki her akıllı 
ve ergin kişi Kur'ân'ın mesajını aldıktan sonra en az, Allah'dan başka bir 
yaratıcı bulunmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah tarafından insanlığa gönderilmiş 
en son elçi olduğuna inanmak zorundadır. Bazı akademisyenler, bu kadarlık kısa 
bir inanma şekline de yine ?icmali iman?, yani özet ve toplu iman adını 
vermişlerdir. 
 
Takdir edilmelidirki İslam Dini ile yeni 
şereflenecek her insana, ilk önce sadece bu düzeyde bir iman aşılanır. Ayrıntılı 
bilgiler ise ona daha sonra hazmettirilerek tedricen verilir. 
 
Bundan da anlaşılacağı üzere imanın nicelik 
açısından, insandan insana değişebileceği, açık bir gerçektir. Kimi insan 
inanmak durumunda olduğu birçok şeyleri ayrıntılarıyla öğrenebilecek imkanlara 
sahipken, kimisi de bu bilgilerden yalnızca bir kısmını öğrenebilecek durumda 
olabilir. Binaenaleyh kısaca Allah Teâlâ'ya, Hz. Peygamber (sav)'e ve 
Kur'ân-ı Kerim'e -bir bütün olarak- inanmaya ?icmâlî iman? denmiştir ki 
bu, özet ve toplu bir inanış anlamına gelmektedir. 
 
Kur'ân-ı Kerim'de, global bilgilerin yanında 
belirgin olanlar da vardır. Örneğin Allah Teâlâ'nın, bizzat kendi yüce sıfatları 
hakkında bildirdikleri, ayrıca birçok peygamberin ve bazı meleklerin adları, 
emir ve yasaklar bu bilgilerdendir. İşte bunlara inanmaya da akâidin akademik 
dilinde ?tafsili iman? denmiştir. 
 
Tafsilî iman da üç derece olarak düşünülmüştür. 
 
Birinci Derecesi: 
İnsanın, 
 
a) 
Allah Teâlâ'ya, 
 
b) Hz. 
Muhammed'in, Allah'ın elçisi olduğuna, 
 
c) 
Öldükten sonra tekrar dirileceğine inanmasıdır. 
 
İkinci Derecesi: 
 
a) 
Allah(cc)'a, 
 
b) 
Meleklerine, 
 
c) 
Kitaplarına, 
 
d) 
Gönderdiği bütün elçilerine, 
 
e) 
Ahiret Gününe, 
 
f) 
Hayrın da, şerrin de Allah (cc)'ın yaratmasıyla meydana geldiğine inanmaktır. 
 
Üçüncü Derecesi 
ise: Kitap ve sünnetle kanıtlanmış gerçeklerin her birini ayrı ayrı bilmek ve 
onların hepsine birden inanmaktır. Bu düzeydeki bilgi ?farz-ı kifâyedir.?[2] 
Şu varki gerek birinci, gerekse ikinci derecede tafsili bir imana sahip 
bulunanların, üçüncü derecede tafsili iman kapsamına giren diğer bütün 
gerçeklerden hiç bir tanesini yalan ve asılsız kabul etmemiş olmaları şarttır. 
Aksi halde mümin sayılamazlar. 
 
İmanın gerek icmali ve tafsili olarak, 
gruplandırılması, gerekse tafsili imanın üç mertebede derecelendirilmesi iman 
kavramının özüyle ilişkili bir konu değildir. Belki akâid âlimlerinin öngördüğü 
bir açıklama metodudur. Asıl olan, kişinin, inanılması gereken bütün Kur'ânî 
gerçekleri benimsemesidir. Ancak bu mesele, sanıldığı kadar herkes için kolay 
değildir. Takdir edilmelidir ki gerek Kur'ân-ı Kerim'in, gerekse Hz. Peygamber 
(sav)'in tüm yaşamıyla ortaya koyduğu islami uygulamayı olduğu gibi öğrenmek 
ve kabullenmek her şeyden önce bir zaman ve eğitim meselesidir. Dolayısıyla yeni 
müslüman olmak isteyen bir kimse şöyle dursun, müslümanca yaşanan bir ortamda 
gözlerini dünyaya açan insan bile mükemmel bir aile içi eğitimiyle destekli 
özel akademik bir öğrenim sayesinde ve uzun bir zaman zarfında ancak bu konudaki 
azami bilgileri elde edebilmektedir. Bu nedenle inanılması gereken gerçeklerin 
tümünü birden hemen öğrenmek ve bunları hazmetmek kolay değildir. Çözüm olarak 
başvurulacak yöntem, önem sırasına göre imânî gerçekleri öğrenmeye çalışmak, 
ve gittikçe ilerleyen bir tempo ile bu bilgileri ve oluşmaya başlayan imanı 
takviye etmektir. 
 
İşte yukarıdaki gruplandırma, kısaca bunu 
anlatmaktadır. Bu ise esasen İslam'da mükemmel bir eğitim stratejisinin 
varlığını kanıtlamaktadır ki bu suretle kişinin, öğrenme düzeyine ve kavrayış 
gücüne paralel olarak hem inanma duygusu zaman içinde güçlenecek, hem de 
yüreğinde oluşan imanın kapsamı nicelik bakımından gittikçe gelişecektir. 
 
Akademisyenler, imanı ayrıca: Taklîdî, tahkıykî, 
makbul, merdûd, masum, matbu ve mevkuf olarak da kısımlara ayırmışlardır. 
 
[3] 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 [1] 
 Mü'min: 40/78 
 
 
 
 
 [2].Bk. 
 Ali b. Ali b. Muhammed b. Ebi'l-İz Ed-Dımışkıy, El-Akıyda'tu-Tahaviyya Şerhi 
 1/8 Muassasa Ar-Risala, Beyrut-1988 (Birinci basım); Hüseyn b.Muhammed 
 Elcisr Et-Trablusi, El-Husûn'ul-Hamidiyya li'lmuhafaza ale'l- akaid'il-İslamiyya-Midyat 
 S.7 
 
 Farz-ı kifâye : Bir fıkıh terimidir; 
 iki türlü olan farzlardan ikincisidir. 
 
 Bilindiği üzere farz : 
 
 a) 
 Farz-ı Ayn, 
 
 b) 
 Farz- Kifâye olmak üzere ikiye ayrılır. 
 
 Farz-ı Kifâye, müslümanların bir kısmı 
 tarafından yerine getirilmekle diğerlerinin sorumluluktan kurtulduğu ilâhî 
 emirlerdir. Burada çok önemli olan bir noktayı belirtmekte yarar vardır : 
 
 
 Müslümanlarda ümmet olarak yaşama bilincinin 
 sönmeye başladığı yüzyıllar öncesinden bu yana fıkıh ve İslam Hukuku 
 konularında eser vermiş olan kişilerin hemen hepsi, birbirlerini taklit 
 etmişcesine farz-ı kifâyeye yalnızce cenaze namazını örnek göstermişlerdir. 
 Halbuki İslam'da sayılamayacak kadar farz-ı kifâye vardır. Örneğin : Bir 
 yerleşim merkezinde en az bir kişinin Kur'ân-ı Kerim'i ezberden bilmesi 
 farz-ı kifâyedir ; Kayıp bir mala rastlayan kimsenin bu malı, ya sahibine 
 veya İslam Devleti'nin kolluk kuvvetlerine teslim etmesi farz-ı kifâyedir; 
 Keza İslam Devlet statüsüne sahip ülkenin ordusunda (hazar halinde) 
 askerlik yapmak farzı kifâye (Savaş ve genel seferberlik hallerinde ise 
 farz-ı ayn) dir... 
 
 Dolayısıyla vurgulamak gerekir ki : Farz-ı 
 kifâyeye yalnızca cenâze namazını göstermek gibi müslümanların ruhunu 
 söndüren kokuşmuş ruhban zihniyetini aşabilmek için bütün yaşamı efâl-i 
 mükellefîn kategorilerine göre sınıflandırmaya alışmak Allah Teâla'ya karşı 
 gafil kalmamanın en büyük şartı ve tek yoludur ! 
 
 
 
 
 [3] 
 Ferit Aydın, İslam'da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 77-80.




 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.
 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.