Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Mülk ve Melekût; Eşyanın İki Yüzü.
Mülk ve Melekût 
 
Mülk ve Melekût; Eşyanın İki Yüzü 
 
 
 
Mülk: Bir şeyin (veya hâdiseni) dış yüzü, 
görünen ciheti demektir. Melekût ise: Bir şeyin (veya hâdisenin) iç yüzü, 
görünmeyen ciheti, hikmet tarafıdır. Ruhlara ve nefislere mahsus gayb âlemidir. 
Mülk âlemini idare eden İlâhî kanunlardır, saltanat ve rubûdiyet demektir. 
 
Yemek yiyen adam ve otlayan koyun. İkisi de 
gıdalarını görür ve ağızlarına alırlar, ama biri dudaklarını yerlere sürterek, 
diğeri eliyle. Bu insanın şerefindendir, ama iş bu kadarla kalırsa insanın 
gerçek üstünlüğü tam olarak ortaya çıkmaz. Asıl fark, "mülk" dediğimiz bu 
görünen olayın arkasındaki melekûtiyetten, yani iç yüzden doğar. İnsan, yediği 
yemekteki vitaminden, kaloriden haberdar; hayvan ise ağzına ne götürdüğünün bile 
farkında değil. Bir İlâhî ilhamla, gıdasını tanır, o kadar. Demek ki, hayvana 
melekûtiyet ciheti kapalı. Eşyanın sadece dış yüzlerini görüyor, o da çok sathî 
olarak... 
 
"Mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti 
sana verdiğinden, mülk ve melekût âlemi gibi geniş bir nimet sofrası, o 
insaniyetin midesi önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır." Bu 
ifâdelerin muhâtabı insan. Sadece mü'minlerin değil; bütün bir insanlık âleminin 
istifadesine sunulan maddî ve mânevî nimetler nazara sunulmuş ve insanın aklını 
kullanarak bu nimetlerden faydalanabileceğine dikkat çekilmiş. Sıkça sele mâruz 
kalan bir bölgede baraj inşâ ediliyor ve ortalığı kasıp kavuran, evler yıkıp 
ocaklar söndüren aynı selden bu defa elektrik üretiliyor, yuvalar 
aydınlatılıyor. İşte bu selin mülk ciheti tahriptir, melekûtu ise ışık ve 
aydınlık. Bir zamanlar petrole herkes hor bakardı, bir beldede sızıntısına 
rastlansa hemen kapatılırdı. Adı da ona göre verilmişti: Katran. Şimdi ise o 
katran bütün teknolojinin vazgeçilmez temeli oldu ve ülkeler onun yüzünden 
savaşlara giriyorlar. Demek ki, önceki petrolün mülk cihetine bakılıyordu, tıpkı 
aynanın arka yüzüne bakma gibi. Şimdi ise o mülkün altındaki parlak ve kıymetli 
melekûta varıldı ve petrol artık başlara taç oldu. İşte insanı hayvandan ayıran 
en önemli özellik, akıl sahibi olması, yaşadığı mülk âleminin iç yüzünü de 
düşünebilmesi, bir derece keşfedebilmesi, anlayabilmesi ve ondan istifade 
edebilmesi. 
 
"İnsan, bu âlemin küçük bir misâli" olduğuna 
göre, bütün varlık âleminde hüküm süren hakikatleri küçük bir ölçüde, ama daha 
berrak bir şekilde insanda da okumak mümkün. İnsanın görünen kısmı mülk 
âleminden, görünmeyen cihetleri ise melekûtiyetten haber verir. Bir bakıma, 
insanın iç organları da melekûtiyetten sayılır. Bir cevizin de kabuğu mülk, içi 
melekûttur. Bir damla suda kaynaşan milyarlarca mikrop, bir gram toprakta 
oynaşan yine milyarlarca bakteri de melekûtiyetten haber verirler; su ve toprak 
ise mülk âlemindendir. Fakat melekûtiyet denildiği zaman, daha çok, eşyada câri 
olan kanunlar, bedenlerde hükmeden ruhlar ve hâdiselerin iç yüzünde saklı 
hikmetler hatıra gelir. Madde âlemi, görünsün görünmesin, mülk olarak kabul 
edilir. Yerin her yanını kaplamış çekim kuvveti, semâyı hıncahınç doldurmuş 
melekler, karanlık dehlizleri, mağaraları yurt edinmiş cinler âlemi, her 
hâdisenin hfızedildiği levh-i mahfûz, onun küçük bir misâli olan insan hâfızası, 
arş, âlem-i misâl bütün bunlar, hep melekûtiyet âleminden. 
 
"Her şeyin içine melekût, dışına da mülk denir. 
Bu itibarla insan ile kalp, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünkü insan 
mülk cihetiyle kalbe zarf olur. Melekût cihetiyle de mazruf olur." Mazruf, zarfa 
konulan şeye deniliyor. Mülk âleminde insan kalbi, bedenin içinde yer almıştır. 
Yani beden zarftır, kalp ise mazruftur, bedene yerleştirilmiştir. Melekût 
cihetinde ise kalp zarf olur, beden mazruf. İnsanın melekût ciheti mânevî 
kalbidir, ruhudur, aklıdır. Her canlıda olduğu gibi insanda da esas olan ruhtur, 
beden ise onun hizmetine verilmiş bir ordu gibi. Ruhun bir sıfatı olan hayat, 
bedenin içini de dışını da kaplamış. Diğer bir sıfatı: İlim. İnsan bu sıfat ile 
bedeni bütünüyle bilir, içine alır. 
 
Ruhun bir özelliği; sevgi. İnsanoğlu saçını da 
sever, elini de; gözünü de sever, midesini de. Demek ki sevgi sıfatı bütün 
bunları kuşatmış, içine almış durumda. Kâinatın da melekûtiyet ciheti, yani onda 
hükmeden kanunlar manzûmesi her varlığı kaplamış, hükmü altına almış bulunuyor. 
Ve her şey melekûtiyetten idare ediliyor. Bu mânânın en ileri mazharı ise arş. 
"Âlem-i melekût, âlem-i şehâdetten, âlem-i gayb, dünya ve âhiretten daha âlî ve 
daha yüksektir." 
 
Melekûtun bir başka mânâsı da hâdiselerin 
bilemediğimiz hikmet yönü. Meselâ, hastalığın mülk ciheti, yani görünen veçhesi 
ıstıraptır, acıdır, elemdir. Melekûtiyet ciheti ise günahlara keffâret olması, 
insanı mânen yüceltmesi, kalbini dünyadan âhirete, halktan Hakk'a çevirmesi gibi 
nûrânî meyveler. "Aynanın iki veçhi gibi, herşeyin bir mülk ciheti var ki, 
aynanın renkli yüzüne benzer. Çeşitli renklere ve hallere medar olabilir. Biri 
melekûttur ki, aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ve zâhir veçhinde, kudret-i 
Samedâniyyenin izzetine ve kemâline zıt haller vardır. Sebepler, o hallere hem 
mercî, hem medar olmak için konulmuştur. Fakat melekûtiyet ve hakikat yanında, 
her şey şeffaftır, güzeldir. Kudretin bizzat mübâşeretine uygundur, izzetine zıt 
değildir." Bu hakikat dersini örneğimize tatbik edelim. Hastalığın çirkin 
görülen ciheti aynanın renkli yüzüne benziyor; mânevî faydaları, uhrevî 
meyveleri ise aynanın parlak yüzü gibi. Zâten o parlak yüzdeki güzellik de arka 
yüzdeki karışık renklerden, koyuluktan, siyahlıktan doğmuyor mu? İşte hastalığın 
bu mülk ciheti çirkin göründüğü içindir ki, mikroplar ona sebep kılınmış ve 
insanların şikâyetleri bunlara yönelmiştir. 
 
Bu veciz ifâdelerin son kısmında bir ibâre 
geçer: "Kudretin bizzat mübâşereti". Bu ibâre ile "kudret, melekûtiyet-i eşyaya 
taalluk eder" cümlesini birlikte değerlendirmek gerekiyor. İlk bakışta bu 
cümleden, sanki İlâhî kudret eşyanın mülk cihetine taalluk etmez gibi yanlış bir 
mânâ çıkabilir. Ama, "kudretin bizzat mübâşereti" ifâdesi bu yanlış anlamaya 
mâni olur. Demek ki, bazı olaylaray, yahut eşyaya kudret bizzat mübâşeret 
ediyor, yani İlâhî kudret onları doğrudan yaratıyor. Zira bunların mülkleri de 
melekûtları da parlak ve güzel görünüyor, itirazlara, şikâyetlere konu 
olmuyorlar. Ama hikmetini insan aklının idrâk edemediği, görünüşte çirkin, fakat 
gerçekte güzel olan olaylar için sebepler yaratılıyor ve iş o sebepler eliyle 
icrâ ediliyor. Sebepleri takdir eden de, neticeyi yaratan da Allah; ama İlâhî 
hikmet birçok icraatlara sebepleri perde kılmış. Hayat gibi, hem mülk hem de 
melekût ciheti parlak olanlarda ise kudretin faâliyeti doğrudandır, sebepler 
vâsıtasıyla değil. 
 
İnsanın mâruz kaldığı musîbetler, belâlar ve 
felâketlerin de kabirle başlayan ebed yolculuğunda ne büyük bir lütuf olduğu 
ölümden sonra anlaşılacak. Ama kâmil bir mü'min, "kaderin her şeyi güzeldir" 
diyerek o melekûtu bu mülk âleminde hisseder. "Ölmeden önce ölmenin" sırrına 
ermekle belâlarda sefâyı yakalar ve musîbetlerden kendi ebedî saâdeti nâmına 
âzamî derecede istifâde eder. İmanın iki dünya saâdetine vesîle olmasının bir 
yönü de bu olsa gerek. 
 
"Güneş ve ay'ın yüzleri parlak olduğu gibi, 
gecenin ve bulutların da iç yüzleri ışıklıdır." Güzellik iki kısımda incelenir, 
birisi "hüsn-i bizzat", yani zâtında güzel. Diğeri ise "hüsn-i bi'l-gayr", yani 
neticeleri güzel. Yukarıdaki ifâdede bu mânânın enfes bir misâlini yakalamış 
bulunuyoruz. Güneş ve ay parlaktırlar, ışık sahibidirler, yani bizzat 
güzeldirler. Bulutlar ve gece ise ilk bakışta karanlık görünürler, ama bulutları 
aşarsanız güneşe varır, geceyi delerseniz gündüze kavuşursunuz. Yani bunların da 
içyüzleri güzeldir. 
 
İşte bu örnek gibi, sahhat bizzat güzeldir, 
hastalık ise neticesi itibarıyla. Yemek bizzat güzeldir, perhiz yapmak ise 
neticesi itibarıyla. Gül bizzat güzeldir, gübre ise neticesi itibarıyla. Mülk 
ciheti çirkin zannedilen eşyanın ve olayların melekût cihetiyle güzel oldukları 
bu cümlede veciz bir şekilde ders verilir. 
 
Melekûtun bir başka ciheti: "Hakikî hakaik-i 
eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mâhiyet-i eşyâ ise, o hakaikın gölgeleridir." Eşyanın 
bir sûreti, bir de hakikati var. Sûret mülk ciheti, hakikat ise melekûtiyet 
cihetidir. Bütün hakikatler İlâhî isimlere dayandığına göre melekûtiyet ciheti 
doğrudan doğruya esmâ-i İlâhiyeye bakar. İlmî bir yazının mülk ciheti 
harflerdir, melekûtu ise mânâsı. İşte o mânâdır ki, yazarına "âlim" dedirtir. 
Yani yazının melekût ciheti "âlim" ismine bakar, ona dayanır. Semâ büyük bir 
sayfa; her bir yıldız bir harf gibi. O sayfayı dikkatle okuyanlar "Aziz, Cebbâr, 
Kadir, Kayyum" gibi İlâhî isimlere hemen intikal ederler. Kâinat kitabını okuyup 
tefekkür eden ve imanını amele dökebilenlere ne mutlu! (7) 
 
 




 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.
 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.