Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Mal Yığma.
Mal Yığma 
 
Mal Yığma 
 
 
 
Nice insan, helâl-haram demeden mîrâsa düşkünlük 
yapar, yoksullara yardım etmez, malı çok sever: "Hayır, doğrusu siz yetime 
ikrâm etmiyorsunuz; yoksula yedirmeye önayak olmuyorsunuz; mîrâsı hırsla 
tutuyorsunuz. Malı pek çok seviyorsunuz." (89/Fecr, 17-20). Âdiyât sûresinde 
de insanın mala düşkünlüğü, kınama üslûbuyla dile getirilmiştir: "Doğrusu o, 
malı çok sever." (100/Âdiyât, 8). "Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o 
öksüzü iter, kakar. Yoksulu doyurmaya ön ayak olmaz." (107/Mâûn, 1-3; Hâkka, 
34). Cimrilik, inkârcı kâfirin vasıfları arasında sayılmaktadır: "İnsanları 
diliyle çekiştiren, kaş ve göz işaretleriyle alay eden her fesad kişinin vay 
haline. O ki mal yığdı, onu saydı, durdu. Malının kendisini ebedî yaşatacağını 
sanır. Hayır, o Hutame'ye atılacaktır." (104/Hümeze, 1-4). 
 
"(Mal) toplayıp kasada yığanı!" 
(70/Meâric, 18) âyetinde de insanın mal hırsı, 
mal toplayıp yığma tutkusu, kınama üslûbuyla anlatılmaktadır. Mala düşkünlük, 
insanın doğasında vardır. "Mal canın yongasıdır" atasözü, bu âyetlerin tefsiri 
gibidir. İman ile olgunlaşmayan insanlar, dünya malına düşkün olurlar. Çünkü 
onlar için ne varsa, hep bu dünyadadır, ötesi yoktur. Onun için malı severler, 
helâl-haram demeden mîrâsa konarlar, başkalarının mîrâs hakkını dahi yemek 
isterler. 
 
İnsanın hep kendisini düşünmesi, mala düşkün 
olması çok çirkin bir şeydir. Elinde imkân varken fakiri düşünmeyen, yetime 
ikram etmeyen insanın Allah'tan ikram beklemeye hakkı yoktur. Allah, verdiği 
nimetlerle kulunu imtihan eder. Onun, Allah'ın verdiği nimetlerden, başkasına da 
yardım edip etmediğine bakar. İşte insan düşünmelidir ki, yoksul iken kendisi 
nasıl sızlanır, Allah kendisine az nimet verince nasıl gücenir, üzülürse; 
zenginlik zamanında ihtiyacı olanlara yardım etmeyince o âcizler, yetimler, 
yoksullar da kendisine gücenirler. Malının içinde onların gözleri kalır. O halde 
insan, Allah'ın âciz, yoksul kullarına ikram etmeli, onları kollamalıdır ki 
Allah da kendisine ikram edip onu kollasın. Çünkü Allah kullarının hareketlerini 
gözetlemektedir. Servet, nimet ve mevki bulunca başkalarını hiç düşünmeyen, 
hatta onları ezen, köle gibi kullanmak isteyen insanlar, bu yüzden helâk edilmiş 
olan zâlim kavimler gibi davranmış olurlar. Allah'ın, o zâlimlerin üstüne 
şaklayan kırbacı, bir gün bunların üstüne de şaklar. 
 
Mala değil; insana değer verilmelidir: "sabah 
akşam Rablerinin rızâsını isteyerek, O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından 
sana bir sorumluluk, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yok ki, onları 
kovup da zâlimlerden olasın!" (6/En'âm, 52). "Nefsini sabah akşam, 
rızâsını isteyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut (onlarla beraber 
bulunmaya candan sabret). Gözlerin, dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan 
başka yana sapmasın. Kalbini Bizi zikirden/anmaktan alıkoyduğumuz keyfine uyan 
ve işi, hep aşırılık olan kişiye itaat etme." (Kehf, 28). Bu âyetlerde, 
yoksul insanlarla aynı mecliste oturmaya tenezzül etmeyen ve Hz. Muhammed 
(s.a.s.)'in yanına gelip kendisiyle konuşmaları için fakir insanları yanından 
çıkarmasını öneren kibirli insanların davranışı kınanmakta, Allah Rasûlüne, 
Allah'ın rızâsını isteyen fakir insanları yanından kovmaması, herkesin kendi 
yaptığından sorumlu olduğu bildirilmekte; Allah'tan gâfil, aşırı insanların 
keyfine uymaması emredilmektedir. Mekke döneminde inzâl olmuş olan bu âyetler, 
gururlu, zengin kâfirlerin düşünce ve davranışını anlatmaktadır. 
 
Münâfıkların mallarının ve çocuklarının 
çokluğuna imrenilmemelidir. Allah'ın o mal ve çocuklarla o kimselere mümkün ki, 
dünyada azâb edecektir. Yani çokça parası ve çocukları olanlar, mümkün ki 
bunlarla cehennem gibi azâb olmaktadırlar: "Onların malları da, evlâtları da 
seni imrendirmesin. Allah bunlarla onlara dünya hayatında azâb etmeyi ve kâfir 
olarak canlarının çıkmasını istiyor." (9/Tevbe, 55) 
 
Mal, aslında kötü bir şey değildir. Hz. 
Peygamber'in "İyi adama iyi mal, ne güzeldir!" (Ahmed bin Hanbel, 4/197) 
dediği rivâyet edilir. Fakat mal, çoğunlukla insanı gurura, kendini beğenmeye 
götürür. İşte malıyla gurura kapılan kimseler, çoğunlukla Allah ile ilgisini 
kesmiş gururlu, fakirleri kendilerinin kölesi sanan insanlardır. Mekke'de Allah 
Rasûlü'ne ilk iman edenler zayıf, ezilmiş tabaka, karşı gelenler ise zayıfları 
ezen şımarık, zengin tabaka idi. Medine'de de ona halk tabakası inanmış, ama 
genellikle mutlu azınlık grubu inanmamış, münâfıklık yapmıştır. Çünkü dinin 
prensiplerini, liderliklerini sürdürmelerine engel görmüşlerdir. 
 
Her insanın böyle olduğu iddia edilemez. 
Kuralların istisnâları olur. Şimdi, dini sömürü âleti gören komünizm, dinlerin 
çıkışı sırasında peygamberlere ilk defa kimlerin inandığını görmek istemiyor. 
Bütün peygamberlere önce fakir halk tabakalır inanmış, şımarık zenginler onlara 
karşı çıkmışlardır: "Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden 
zayıf görülen mü'minlere: 'Siz, dediler, Sâlih'in, gerçekten Rabbi tarafından 
gönderildiğini biliyor musunuz? (Onlar da:) '(Evet,) Doğrusu biz onunla 
gönderilene inananlarız!' dediler." (7/A'râf, 75) âyeti bu tarihî gerçeği 
dile getirmektedir. Demek ki din, sosyal açıdan zenginlerin sömürü âleti değil; 
tersine fakir halkın sömürü tabakasına karşı kurtarıcısı ve savunmacısıdır. 
 
İslâm, servetin belli ellerde yığılmasını 
istememiş, halka yayılmasını emretmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında halk 
tabakaları arasında sosyal denge sağlanmış, aradaki büyük farklar erimişti. Ama 
insan karakteri kolay değişmez. Zaman geçince insanların servet tutkusu yine 
üste çıkmış, yine mülkler, büyük sayıda köle ve câriye sahibi zenginler, ağalar 
ve ezilen geniş halk kütleleri görülmeye başlamıştır. Ne Emevî idaresini, ne 
Abbâsi idaresini, ne de Osmanlı idaresini, tam İslâm'ın ruhuna uygun örnek 
idareler olarak görmek mümkün değildir. İslâm, dengeli bir servet dağılımı 
istemektedir. Bu idarelerde denge mi vardı? Üç-beş zenginin köyünde ırgat olarak 
çalışan halk kütleleri, ya da onların zekâf ve fıtrasına bakan insanlar. Ne 
yazık ki bunlar, bu despotluklarını sürdürebilmek için İslâm'ı da kendi 
servetlerine kalkan yapmasını bilmişlerdir. Muâviye'nin, denge isteyen Ebû 
Zerr'i Şam'dan nasıl kovduğunu biliyoruz. İhtiraslı kişilerin iş başına gelişi, 
İslâm'ın rûhuna uygun idarenin kurulmasına engel olmuştur. Nasıl Arap müşrik ve 
münâfıkları, geleneklerini inanmalarına engel, daha doğrusu yönettikleri sömürü 
düzenine kalkan yapmış idiyseler. 
 
Mal, karakteri zayıf insanları çabuk bozar. 
Siyaset de öyledir. Ama sağlam karakter sahibi kişileri mal bozamaz. Bunların 
elinde mal, hayra vesîle olur. Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Abdurrahman ibn Avf 
gibi kişileri servet bozmamış; onlar, servetlerini, dâvâlarının yayılmasına 
vâsıta kılmışlar, Hz. Ebû Bekir, fakirlik sınırına varıncaya dek malını Allah 
yolunda harcamıştır. İşte bu rûhu yaşatmaya çalışan nice şuurlu müslüman da, 
fakir düşünceye kadar mallarını Allah yolunda infak etmeyi prensip 
edinmişlerdir. 
 
Tamahkâr insanın elindeki mal ve evlât, 
kendisine azâptır. Çünkü öyleleri hep malın korunmasını düşünürler. Düşündükçe 
tamahları artar, düşmanları da çoğalır. Vicdânen rahatsız olurlar. Çünkü 
Allah'ın, kişiye malı ile azâb etmesi, malının kendisini huzursuz edip dertlere 
sokmasıdır. Evlâdıyla azâb etmesi de, evlâdının kendisine karşı gelmesiyle, 
çeşitli dertlere ve musîbetlere düşmesiyledir. İnsan çeşitli şekillerde 
evlâdından çeker. 
 
Şimdi insan şöyle düşünmeli: Acaba sadece 
karnını doyurabilen orta halli bir insan mı mutludur, yoksa yüz yerde 
apartmanları, bahçeleri, arsaları, otomobilleri olan zengin mi? Sanıyorum orta 
halli, kanaatkâr insan daha mutludur. Çünkü onun taşıyacağı yükü yoktur. 
Ötekinin her apartmanı, her arabası, kendisine ayrı ayrı derttir, yüktür. 
Otomobilinin bozulması, kazâ yapması, çalınması; bahçesinin sulanmaması, ürün 
vermemesi; apatmanının kiracısız kalması veya kiracının kirayı ödememesi, ayrı 
ayrı dertlerdir. Malı, mal olarak düşünenler için bu böyledir. Ama malı Allah'ın 
rızâsını kazanmak için bir vâsıta, Allah'ın emâneti bilenler için mal dert 
olmaz. Onlar ellerinde oldukça malı Allah uğrunda harcarlar. Ellerinden çıkarsa 
"veren de Allah, alan da Allah" der, üzülmezler. İşte böyle "İyi insanlar için 
helâl mal, ne güzeldir!" Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Malın içinde 
gerçekten senin malın olan şey, sadece yiyip tükettiğin; giyip eskittiğin; ya da 
sadaka verip ileriye gönderdiğindir." (Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31, 
Tefsir, sûre 102; Nesâî, Vesâyâ 1; Ahmed bin Hanbel, 4/24, 26) (8) 
 
İslâm, mal yığmayı -ki buna "kenz" denir- hoş 
görmez. "Ve sana Allah yolunda ne infak edip harcayacaklarını soruyorlar. De 
ki: 'Af (yani ihtiyaçlarınızdan fazlasını veya helâl ve güzel olan şeyleri 
verin).' Allah size âyetleri böyle açıklıyor ki, düşünesiniz." (2/Bakara, 
219). Nefsinin, çoluk çocuğunun ihtiyacından fazlasını fakirlere vermeyi, Hak 
rızâsına harcamayı öğütler. Ancak bütün varını yoğunu harcayıp başkasına el 
açacak duruma düşmek de doğru değildir. Nitekim: "(Allah) Sizden (bütün) 
mallarınızı istemez. Eğer onları isteseydi de sizi sıkıştırsaydı, cimrilik 
ederdiniz ve (bu), kinlerinizi ortaya çıkarırdı (Allah'ın elçisine kin beslemeye 
başlardınız." (47/Muhammed, 36-37) âytlerinde de Allah'ın, mü'minlerden 
bütün mallarını vermelerini emrederek onları sıkıştırmak istemediği, çünkü böyle 
emrettiği takdirde nefislerin cimrilik zaafı ortaya çıkacağı belirtilmektedir. 
Mal, canın yongasıdır. İnsanın her şeyini harcaması kolay değildir. Ayrıca, bu 
durum, kişinin sıkıntıya düşmesine sebep olur. Bundan dolayı her şeyde dengeli, 
ölçülü davranmayı emreden İslâm, bu konuda da kolay olanı emretmekte, ihtiyaçtan 
fazlasını Allah için harcamayı öğütlemektedir. Peygamber (s.a.s.) de: 
"Yanında bir mal bulunan kimse, önce kendi nefsine harcasın, bakımı kendisine 
âit bulunan kimselere ve böyle böyle (derece derece akrabâya, sonra başkalarına) 
harcasın!" (Ebû Dâvud, Itk 9; Nesâî, Büyû' 84; Ahmed bin Hanbel, 3/305) 
 
 
İslâm, her konuda ifrâtı ve tefrîti, yani 
aşırılığı ve gevşekliği hoş görmediği gibi, infak husûsunda da orta yolu 
izlemeyi öğütler: "Ve harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne de cimrilik 
ederler; harcamaları, bu ikisinin arasında dengeli olur." (25/Furkan, 67). 
İnfak iyidir, ama israf haramdır. Allah, Kur'an'da saçıp savurmayı yasakladığı 
gibi, avucu sıkı sıkıya kapayıp para yığmayı da yasaklamıştır. Kur'an, 
ihtiyaçtan fazla olan her şeyin verilmesini emretmiyor, tavsiye ediyor. 
Mü'minleri böyle gönül zenginliğine, cömertliğe, başkalarını düşünmeye teşvik 
ediyor. Herkes ihtiyacından fazlasını zorla değil; fakat gönül hoşluğuyla 
verirse ülkede fakir kalmaz, bunalımlar durulur. Gönüllerden gönüllere sevgiden 
köprüler kurulur. 
 
"...Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah 
yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azâbı müjdele! O gün, cehennem 
ateşinde bunların üzeri ısıtılır; bunlarla, onların alınları, yanları ve 
sırtları dağlanır. 'İşte nefisleriniz için yığdıklarınız. Yığdıklarınızı tadın!' 
(denilir.)" (9/Tevbe, 34-35). Altın 
ve gümüş, toplanıp yığılmak için değil; toplumda dağılıp iş görmek içindir. Para 
dolaşırsa iş yapar, çok kimsenin karnı doyar. Belli ellerde birikirse birkaç 
kişi doyar, büyük kesim aç kalır. Bu, Allah'ın istediği adâlete aykırıdır. İnsan 
ihtiyacını karşılamalı, ama fazlasını muhtaçlara vermelidir. 
 
Mal ve paranın belli ellerde birikimini önlemek 
için Kur'an zekâtı, sadakayı ve humusu emretmiştir. Toprak mülkiyeti, büyük 
ölçüde devlete bırakılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) insanlara ihtiyacından 
fazla nesi varsa olmayanlara vermesini emretmiş, bu sözünü o kadar tekrar 
etmiştir ki, dinleyen sahâbîler, hiç kimsenin, ihtiyaçtan fazla bir şey 
saklamaya hakkı olmadığını sanmışlardır (Müslim, Lukata 18; Ebû Dâvud, Zekât 3, 
Tefsir, sûre 3; Nesâî, Zekât). Zekâtı verilmeyen malın, Kıyâmet gününde yılan 
olup sahibinin boynuna dolanacağına, ateş olup canına yapıştırılacağına dair 
hadisler mevcuttur (Bz. Buhârî, Zekât 3, Tefsir, sûre 3; Nesâî, Zekât). 
 
Son zikredilen âyetler (9/Tevbe sûresinin 34-35. 
Âyetleri) inzal edildiğıi zaman Allah'ın Rasûlü (s.a.s.) üç defa: "Yuh olsun 
altına, yuh olsun gümüşe!" buyurdu. "Yâ Rasûlallah, öyle ise hangi mala 
sahip olabiliriz?" dediklerinde, şöyle buyurmuştu: "Zikreden dile, huşû eden 
kalbe, dininize yardım edecek sâliha zevceye." (Ahmed bin Hanbel, 5/366) 
 
"Kim sarı (yani altın), beyaz (yani gümüş) 
bırakırsa onunla dağlanır." Bir adam 
öldü, gömleğinde bir dinar (altın para, sarı lira) bulundu. Peygaber (s.a.s.) 
ona: "Bir dağlamadır" dedi. Bir başka adam öldü, gömleğinde iki dînar 
bulundu. Peygamber (s.a.s.) ona: "İki dağlamadır" buyurdu (Ahmed bin 
Hanbel, 1/101, 137, 138, 412, 421, 457; 2/356, 429, 493). 
 
İslâm âlimlerinin genel kanaatine göre zekâtı, 
sadakası verilen malı biriktirmekte bir sakınca yoktur. Yalnız, kişinin sadece 
kendisini ve zürriyetini düşünmesi doğru değildir. Malını topluma hayırlı 
işlerde kullanması, yastık altında ve hele bankalarda fâiz için saklama yerine, 
iş sahası açıp insanlara iş imkânları sağlaması, böylece toplum yararına üretim 
yapması uygun olur. Yoksa, insanın ihtirası tükenmez. Kişi milyarını trilyon, 
trilyonunun katirliyon yapmak ister. Bu da sosyal dengeyi bozar. Sonunda 
toplumda sosyal patlamalara yol açar. Toplumlara dünyevî cennet vaad eden 
komünizm ahtapotu neredeyse bir asır insanların en basit özgürlüğünü de elinden 
aldı. Allah korkusundan uzak kapitalizm de insanların gönlünden merhamet ve 
diğergâmlık duygularını sökmektedir. Tek çare, helâl kazanıp ihtiyacından fazla 
olanın bir kısmını, Allah için, gönül hoşnutluğuyla başkalarına verme prensibi 
getirmiş olan İslâm'ın rûhuna sarılmak ve onu uygulamaktır. Böylece insan 
çalışır, kazanır, kendisi yer, başkalarına da yedirir. Mutluluğunu başkalarıyla 
paylaşır. Kendi canı kadar başkalarını da düşünür. (9) 
 
Allah'ın bizim için seçtiği İslâm'ın 
yaşanmadığı, onun yerine çıkarcı insanların düzeni olan acımasız sömürücü 
kapitalizmin yaşandığı tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye'de de servetin % 
80'ine % 20'lik nüfus sahip olurken ve istedikleri gibi harcarken, % 80'lik 
insan nüfusu da % 20 ile yetinmeye çalışıyor. Bu olayı şair şöyle dile getirir: 
 
"Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul; 
 
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul. 
 
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa; 
 
Yaşasın, kefenimin kefili kara borsa!" 
 
"Allah'ın, o kent halkından, Elçisine verdiği 
ganîmetler, Allah'a, Rasûlüne, akrabâ olanlara, yetimlere, yoksullara, yolcuya 
âittir. Tâ ki (o mallar), içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan dûlet 
olmasın." (59/Haşr, 7). Bu âyette 
geçen "dûlet" kelimesi, dal'ın ötüresiyle dûlet, üstünüyle devlet okunur, 
ikisi de aynı anlama gelir. Bazılarına göre ikisi arasında fark vardır: Devlet; 
mal elde etmek, dûlet ise; savaş kazanmak anlamına gelir. Kimine göre de devlet, 
elde dolaşan şeyin adıdır. Dûlet ise masdardır, mal ve diğer güzel şeyi elde 
etmek anlamındadır. Aynı kökten müdâvele; elden ele dolaştırmak demektir (3/Âl-i 
İmrân, 140). 
 
"Tâ ki (o mallar), içinizden yalnız zenginler 
arasında dolaşan dûlet olmasın." 
Hükmüyle Kur'an, gelirin hep belli ellerde toplanmasını engelliyor, onu geniş 
halk tabakasına yayarak sosyal adâletin temelini atmış oluyor. Bu âyet, devlet 
başkanına, servetin yaygınlaşması, fakirlerin de refaha kavuşturulması için 
meşrû tedbirler alma yetkisini vermektedir. Devlet başkanı, gerektiğinde bazı 
gelirleri sırf fakirlere tahsis edebilir. Hz. Ömer'in şöyle dediği rivâyet 
edilir: "Eğer şu işimden, yani halîfeliğimden geride bıraktığım yıllar önümde 
olsaydı, zenginlerin fazla mallarını alır, muhâcirlerin fakirlerine 
paylaştırırdım." (Taberî, Tarihu'l-Ümem ve'l-Mülûk, 4/226; et-Tefsîru'l-Hadîs 
8/215). Hz. Ömer'in bu sözü, devletin, gerektiğinde fakirlerin ihtiyaçlarını 
gidermek üzere vergi koyabileceğini de gösterir. Asıl imana dayalı sosyal 
adâleti İslâm dini getirmiştir. Ama müslümanlar, onun getirdiklerinde işlerine 
geleni uygulamışlar, işlerine gelmeyeni bırakmışlardır. 
 
"Ey iman edenler, mallarınızı aranızda bâtıla 
(doğru olmayan yollarla, haksız yere) yemeyin. Kendi rızânızla yaptığınız 
ticaret olursa başka. Nefislerinizi de öldürmeyin. Doğrusu Allah, size karşı çok 
merhametlidir." (4/Nisâ, 29). Bu 
âyette, karşılıklı rızâya dayalı ticaretin dışında, insanların, birbirlerinin 
mallarını bâtıl yollarla yemeleri ve birbirlerini öldürmeleri yasaklanmaktadır. 
Tefecilik, kumar, rüşvet, gasb, çalma, hiyânet gibi hileli kazanç yollarının 
hepsi bâtıldır. Bu tür yollarla para kazanmak haramdır. Yalnız, kişinin 
çalışması, karşılıklı rızâya dayanan ticaret, hibe ve miras yoluyla elde ettiği 
mal helâldir. Ticaretin yasallığı, karşılıklı rızâya bağlıdır. Aldatma bulunan 
ve aldatmanın farkına varıldığı zaman taraflardan birinin râzı olmayacağı 
ticaret yasal değildir. ?Aldatan kimse bizden değildir!? (Müslim, İman 
43, hadis no: 164; Tirmizî, Büyû' 74; İbn Mâce, Ticârât 36). Güvenilir, doğru 
tâcirin Kıyâmet gününde şehidlerle beraber bunacağını (İbn Mâce, Ticârât 1) 
söyleyen Hz. Peygamber (s.a.s.), yalanın insanı cehenneme sürükleyeceğini (İbn 
Mâce, Mukaddime 7), Allah nasip ettiği rızkı güzel, helâl yoldan aramayı (İbn 
Mâce, Ticârât 2), başkasının satışına engel olmamayı (Müslim, Büyû' 4), 
hayvanların sütlerini memelerinde bekletip satmamayı (Müslim, Büyû' 4), gereksiz 
yere ticaret aracı ve komisyoncuların girmemesini emretmiş (Müslim, Nikâh 51; 
İbn Mâce, Ticârât 15), vurgunculuğu kesin şekilde yasaklamıştır (İbn Mâce, 
Ticârât 6, 16). 
 
 




 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.
 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.