Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Tefsirlerden İktibaslar
Tefsirlerden İktibaslar 
 
Tefsirlerden İktibaslar 
 
 
 
Şeytan size fakirliği vaad eder ve size fahşayı 
(çirkin şeyleri, cimriliği) emreder. Şeytan insana vesvese vererek şöyle söyler: 
?Eğer infak edersen malın azalır, sonra muhtaç olursun, yaşadığın bu rahat hayat 
kaybolur, sıkıntı içine düşersin. Öyleyse sakın infak etme. Eğer infak edeceksen 
az harca veya hoşuna gitmeyen kötü şeylerden harca.? der. Veya infak etmemesi 
için kişiye: ?Bu, Allah rızası için değil, hak eden kişiler yok veya yeterince 
harcadın? gibi bahaneler uydurtur. Allah ise mü'minleri şeytanın böyle kötü 
tuzaklarından ve nefse uymaktan sakındırıyor, sevilen malları infaka teşvik 
ediyor, işlenen günahları ahiret gününde affetmeyi, hem dünyada hem de ahirette 
bol ve bereketli rızıklar vermeyi vaad ediyor. Şüphesiz Allah geniş, nimeti ve 
mağfireti bol olan, dilediğine kat kat veren, gizli-açık her şeyi bilen ve 
herekese yaptıklarının karşılığını zerre kadar haksızlığa uğratmaksızın verecek 
olandır. 
 
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: ?Ey 
nisab sahibi olan zenginler! "Bu emirlere karşı elimize geçenlerin en iyilerini 
vere vere kendimiz fakir düşmez miyiz," gibi bir düşünceye kapılırsanız, bunun 
bir şeytan vesvesesi olduğunu biliniz. O şeytan, Allah'ın rahmetinden ümidini 
kesmiş olan o karamsar iblis veya hayırlı işlere karşı gizlice veya açıkça 
ümitsizlik telkin ederek, yanlış ve aldatıcı fikirler ve duygular saçan her 
çeşit şeytanlar veya insanın içindeki nefs-i emmâre, size hep fakirlik vaad 
eder, "Aman hayır yapmayın, sonra züğürt düşersiniz." der, ve size çirkin 
hasletler emreder, sizi cimriliğe ve hasisliğe sevkeder, mallarınızı 
fenalıklara, fuhşiyata, anlamsız şeylere, isyanlara harcamanızı teşvik eder, 
Allah ise, size, tarafından bağışlama ve lütuf ve ihsan vaad ediyor. O 
sadakalarla ahirette günahlarınızı bağışlamayı, dünyada da yaptığınız 
harcamaların yerine kat kat kârlar, dünyada ve ahirette ecirler ve sevaplar 
ihsan ederek sonsuz mutluluğunuzu güvence altına alıyor. Ve Allah vâsîdir, 
alîmdir. Yani kerem ve ihsanı bol, ilmi de çoktur. İnfakınızın kadrini bilir, 
ecrini verir, sözünü yerine getirmekte hiç güçlük çekmez. Her şeyin önünü, 
sonunu bilerek emir verir ve ona göre vaadde bulunur.? (Elmalılı Muhammed Hamdi 
Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Azim Y.) 
 
Ey müminler! Kazandıklarınızın temizlerinden; 
kaynağı ve elde edilme yolu helâl olan, helâl kazanç ile ele geçirdiğiniz her 
çeşit mal varlığınızın iyi ve hoşlanılanlarından, bu cümleden olmak üzere 
ticaret mallarından ve nakit paradan ve size yerden çıkarıverdiğimiz ürünlerden; 
tahıl, meyveler ve madenler gibi yerden çıkan şeylerden, bunların iyilerinden 
infak ediniz. Açıkçası zenginlik kaynakları ikidir: Birincisi, kazanç adı 
verilen genellikle kişinin kendi emek ve gayretiyle bilgi ve sanatıyla doğrudan 
veya dolaylı olarak elde ettiği gelirlerdir ki, miras da bunun içindedir. 
İkincisi yerden çıkanlardır ki, bunda kara, deniz ve hava da dâhildir. Denizden 
çıkan balık, inci ve benzeri şeyler de yerden çıkmış hükmündedir. Geriye bu iki 
kaynağın birlikte harekete geçirilmesi sonucunda elde edilen kazanç şekli kalır 
ki, onda da kısmen emeğin, kısmen de yerin payının büyük olduğu görülür. Hangisi 
daha ağır basıyorsa o tarafa bakarak durum değerlendirmesi yapılır. Sonuçta 
bütün kazanç yolları bu iki sebepten birine dönüşür. Öne alınmış olmasından 
anlaşılıyor ki, kendi emeğine dayanan kazanç yolu insanlar için daha yakın bir 
sebeptir. 
 
Genellikle yerden mal çıkarmak dahi bir anlamda 
yine buna bağlıdır. Fakat aynı zamanda kazanç, doğanın zenginliği ile de 
yakından ilgilidir. Çünkü bu şekilde emek ve gayret, yaratılıştan ihsan edilmiş 
olan sebep ve aletlerin kullanılması demek olduğundan, bunlar da bir anlamda 
hiçbir emek karşılığı olmadan doğuştan ihsan edilmiş güçler, kabiliyetler ve 
sebeplerdir. Emek dediğimiz şey de işte bu güç ve kabiliyetlerin geliştirilmesi 
ve yerli yerinde kullanılması anlamına gelir. Bundan dolayı kesb, hiçbir zaman 
tek başına kazanç için bağımsız bir sebep olmadığı halde, yerden çıkanlar 
bağımsız ve yeterli kazanç sebebi olabilir. Demek ki kesb, aslında bir katılıma 
da yönelik olduğundan kesb yolu ile yerden çıkanın birleşmesinden meydana gelen 
üçüncü bir kazanç yolundan söz etmeye gerek yoktur. Bu zaten sözün sonucundan 
çıkan bir şeydir. Bu konuda insanların başlıca iki türlü hata yaptıkları 
görülür: Birincisi servette emek ve çalışmayı, tek başına yeterli bir sebep gibi 
kabul edip, öteki bütün sebepleri ve sermayeleri buna borçlu saymak ve onların 
hepsini geçersiz sanmaktır ki, bu hataya genellikle emek harcayıp, zahmet çeken 
ve sermaye kullanmayan çalışan insanlar düşer. Bunlar sermaye sahipleriyle derin 
ve köklü bir didişmeye girerler. Bunlar emek ve çalışmanın, kazanmanın 
değerinin, aynı zamanda sermayenin değeri demek olduğunu görmek istemezler. Eğer 
çalışıp kazanmanın amacı sermaye biriktirmek olmasaydı, tek başına çalışmanın 
bir değeri olmazdı. Kendi amacını gözardı eden her fikrin boş bir çelişki olduğu 
aşikârdır. 
 
Para biriktirmenin, sermaye elde etmenin 
çalışmanın hedefi ise yalnızca tüketim açısından değil, yukarıda açıklanan, 
değerlerin karşılıklı olarak birbirine bağımlılığı kanunu gereğince, üretilen 
malın yeni yeni işlemlere malzeme teşkil etmesi ve kazanç yollarını çoğaltması 
ve kolaylaştırması açısından da önemli olmasından dolayıdır. Bunun için 
emekleriyle geçinen insanların, sermayeye düşmanlık duyması, kendi zahmet ve 
yoksulluklarının daha da artmasını istemesi demektir. Bunun içindir ki, emekten 
sonra özellikle yerden çıkarılanlardan da sözedilmektedir. Üstelik emeğe 
karşılık olarak zikredilmiştir. İkinci hata, sermayeyi mutlak kazanç sebebi 
olarak kabul edip, emek ve çalışmayı geçersiz saymaktadır. Bu hataya da bizzat 
çalışmak ihtiyacını duymayan ve başkalarının emek ve çalışmalarından zahmetsizce 
yararlanmak isteyen sermaye, yani para sahipleri düşerler. Bunlar paraya 
öncelikli kaynak olarak bakarlar ve her türlü kazancın, onun eseri olduğuna 
inanırlar ve çalışmadan yaşamak mümkünmüş gibi zannederler. Bunun için 
çalışanları küçümseyerek ve kendi paralarına fazlaca önem vererek, emekleri zora 
koşmak ve sermayelerinin karşılığını fazla fazla almak, daha doğrusu sermaye 
gücüyle çalışanların emeklerini ucuza almak ve gasbetmek suretiyle kendileri hiç 
çalışmadan ve yorulmadan yaşamak isterler. Düşünmezler ki, bunların elindeki 
değerler aslında sermaye olarak doğmuş değil, emek ve çalışmanın birikiminden 
oluşmuş olan kazançlardır. Para, emek ve çalışmayı kolaylaştırıp geliştirmeye 
hizmet eden bir maya ise de, kaynağı bakımından yine de sermaye değil, birer 
emek birikimidir. 
 
Sermayenin, emeği sıkıştırması ve onu hareketsiz 
bırakması, kendi bindiği dalı kesmesi ve dayandığı temeli yıkması demektir. 
Gerçi asıl sermaye büsbütün yok değildir, fakat o, olsa olsa yerin zenginliği ve 
yaratılışın ihsanı olan şeydir. Bundan dolayı para sahiplerinin hiç çalışmadan 
yaşama sevdasına kalkışmaları ve çalışanları sıkıntıya sokacak bir tutum 
izlemeleri büyük bir hatadır. Herhangi bir toplumda para ve sermaye bu duruma 
gelir, para ve para sahipleri mutlak hükümran kesilirse, buna tepki olarak 
birinci hata kendini gösterir. O zaman sermaye ile emek arasında kavga başlar. 
Cemiyet düzeni altüst olur. İşte sermaye adı verilen paranın, kaynağı bakımından 
sermaye olmayıp, kazanç birikimi olduğu, hatta iyi yollarla elde edilmişse 
kazançların en hoşa gideni olduğu, en temizi bulunduğu gerçeğini hatırlatmak 
için, "kazandıklarınızın en güzelinden" buyurulmuştur. Asıl sermayenin yeryüzü 
zenginlikleri olduğu, öteki bütün zenginliklere göre emeğin de bir anlamda 
sermaye durumunda bulunduğu ve hatta bunun, yerin sermayesinden daha önce 
gözönünde tutulması gerektiği gösterilmiştir. "Kazandıklarınızın en 
güzelinden" ilâhî sözü, şunu da anlatıyor ki, kazançların bir temizi ve 
güzeli, bir de b unun zıddı olan kötüsü vardır. Her kazanılmış olan şey iyi ve 
temiz olmaz. Bu da ya kazanılan şeyin doğrudan doğruya kendisine veya elde 
edilme yollarına göre maddî veya manevî anlamda iki bakımdan ele alınır. 
Yukarıda açıklandığı üzere, infak sonsuz bir bereketin tohumu ve ebedî hayatın 
bir parçası olduğundan, bu tohumun en temizinden seçilmesi lazım gelir. 
 
Bunun için bunları iyi düşünüp akla ve şeriate 
uygun olarak çalışınız da kendi emeğinizin ve yerin sermayesinin ürünü olan 
gelirlerin temiz ve iyilerinden infak ediniz. Ve öyle habîsini, yani kötüsünü 
veya haramını vermeye yeltenmeyiniz ki; siz onu başkasına infak edersiniz de 
kendiniz gözünüzü yummadan, sıkılmadan hediye diye veya hoşgörüyle alacağınızın 
yerine almazsınız. Böyle kötü, bayağı ve değ e rsiz şeyleri kendiniz almayı 
düşünmezken, Allah'a olan borcunuzu bu aşağılık şeylerden vermeye kalkışmayınız. 
 
Rivâyetlere göre, başlangıçta sadaka ile ilgili 
emirleri bildiren âyet indiği zaman ashabdan bir kısmı hurma salkımlarını 
getirir, muhtaç olanlar yesin diye Mescid'e asarlardı. Bir kısım ashab da caiz 
zannıyla döküntü, bozuk, çürük çarık şeyler getirmişlerdi. Sonra bu âyet indi. 
Bununla verilecek vergilerin, zekât ve sadakaların ne gibi mallardan verileceği 
böylece açıklanmıştır. Her malın vâcip olan vergisi kendi cinsindendir. Mesela 
altına altın, gümüşe gümüş, paraya para, hayvana kendi cinsinden hayvan, deveye 
deve, sığıra sığır, davara davar, ata at; tahıl ürünlerinde de böyledir, buğdaya 
buğday, arpaya arpa... Madenler ve daha başka gelirler için hep böyledir. Hepsi 
de daha aşağı kalitede olmamak şartıyla malın vergisi kendi cinsinden ödenir. 
Bunların değer bakımından düşük kalitelisini ve yüksek kalitelisini birbirinin 
yerine vermek, ancak kıymet ve fiyatını iyice hesap edip tam karşılığını vermek 
suretiyle yine caizdir. Bu husus, mükellefin seçimine aittir. Bu şekilde esnek 
ödeme tarzı halk için kolay bir yol olduğundan dolayı İslâm dini bunu emretmiş 
idi. 
 
Bunun, İslâmiyetin yayılmasına ve İslâm 
adaletinin kök salmasına büyük katkıları olmuştur. Başka ülke insanlarından 
mutlaka nakit olarak vergi topladıkları ve toplama masraflarını da yine halkın 
üzerine yıktıkları için, diğer devletlerin harcama yerleri de yine İslâmın 
gösterdiği sarf yerleri gibi tamamen hayra yönelik olmadığından dolayı, İslâm 
dininin infakı böylece tam bir adalet uygulamasına dönüşmüş olup "Allah size 
kolaylık diler." (2/Bakara, 185) ilâhî hükmünün yerine gelmesi demek 
olduğundan, çeşitli devletlerin tebaası durumunda bulunan insanlar bu kolaylık 
ve adaleti yakından gördükleri zaman büyük bir memnuniyetle bunu kabul 
etmişlerdir. Fakat bunun bir devlet için böyle büyük bir yarar sağlaması, bir 
şarta bağlıdır ki, o da bunu uygulayacakların Allah'ı tanıyan, dindar ve ahlâklı 
vergi memurları olması, ellerine verilen görevi, kendi öz mallarından daha fazla 
bir özenle yerine getirmeleri ve emaneti iyi korumaları meselesidir. Bu olunca 
toplanan malların bir çoğu değiştirmeye gerek kalmadan devlet ve milletin 
ihtiyacına harcanabileceği gibi, değiştirilmesi gerekenler de en iyi şekilde 
değerlendirileceğinden hiçbir şekilde kötüye kullanılması söz konusu olmaz. 
Böyle olunca da hem milletin masrafı azalır, hem de devletin gelir kaynakları 
sürekli olarak gelişir. 
 
Ancak, böyle olmayıp gerek vergi mükellefleri, 
gerek vergi toplayan memurlar arasında ahlâksızlık yayılır, görevler gereğince 
yapılmaz, emanetler korunmaz ve suiistimal edilirse, adam kayırma, çalma çırpma, 
israf, aldırmazlık ve ciddiyetsizlik meydanı almış bulunursa, malın cinsinden 
alınan vergiler pek çok kayba ve sûiistimâle elverişli olduğu gibi, masraf ların 
artmasını ve gelirlerin azalmasını gerektireceğinden, hükümetler ayniyatı 
bırakıp vergilerini nakit yoluyla toplamayı daha uygun bulurlar. Nakit para ise 
mal ile değişime tabi tutulmadan hiçbir iş göremeyeceğinden, yine mal değişimi 
olacak ve yine olan olacak demektir. Devletin harcamaları durmadan artar, 
arttıkça da milletin vergi yükü artar ve herkes sıkıntıyı çeker, fakat sadece 
para hükümran olur. Bu arada en çok kazananlar da para işleriyle uğraşanlar 
olur. Fakat yine de diğer üretim alanlarında çalışanlar sıkıştırıldıkça para ile 
uğraşanların da geleceği tehlikeye düşer. Bütün bu gibi tehlikelere sebep olan 
şey ise, bu gibi hizmetlerde çalışan görevlilerin, görevlerini kötüye kullanmaya 
elverişli olan ahlâksızlıklarıdır. Bunu gerçek anlamda ortadan kaldıracak ve yok 
edecek olan da din ve dindarlıktır. Bunun için insanların dinden ve dindarlıktan 
kaçınmaları, infak görevlerini en iyi şekilde yerine getirmekten ve en iyi 
şekilde idare etmekten uzak kalmaları, ilâhî hikmetin gereği olarak acı 
çekmelerinin ve felâketlerinin başlangıç noktasını oluşturur. Bundan dolayı bu 
ilâhî emir gereğince hareket etmeyenler, ilim ve hikmet iddiasında ne kadar 
ileri giderlerse gitsinler, hikmetin tam aksi olan bir yöne gitmiş olurlar ve 
kendi elleriyle geleceklerini tehlikeye atarlar. 
 
Bu âyet, bu gerçekleri de gözeterek zekât ve 
sadakası gerekli malların usûlünü açıklamış, bununla beraber bunun nâfile 
cinsinden olan sadakaları da kapsamına alıp almadığı söz konusu olmuştur. Yani 
aşağılık ve haram şeylerden, farz cinsinden vergi yoktur ve verilemez. Lâkin 
nâfile olarak sadaka verilebilir mi? Burası ihtilaflıdır. Doğrusu haramdan 
nafile sadaka dahi caiz olmaz. Bunun Allah katında bir sevabı olmaz. Fakat 
aşağılık yani, düşük kaliteli maldan nafile sadaka câiz olur. Ancak mendub olan 
en iyisinden vermektir. "Kötüsünü vermeye yeltenmeyin!" Bu yasak, farz 
olan sadakalarda haram, nafile olanlarda ise kerahet demektir. Âyetin zahiri her 
çeşit maldan zekât verilmesi gerektiğini gösteriyor gibidir. Fakat malın nisabı 
ve miktarı hakkında hiçbir açıklama yapmadığı gibi, "tayyib ve habis" gibi 
özelliklerle belirgin olduğundan hangi malları içine aldığı da mücmel ve 
açıklamaya muhtac bulunduğundan, bu mallar Hz. Peygamber'in uygulaması ve 
çeşitli had isler ile açıklığa kavuşmuştur. Daha geniş bilgi edinmek isteyenler, 
fıkıh kitaplarının zekâta tabi mallar bölümüne başvurabilirler. 
 
Özetle, Allah buyuruyor ki: Ey müminler, sizin 
kazandıklarınızın ve bizim yerden çıkardıklarımızın temizlerinden infak ediniz 
ve kendinizin gönül rahatlığı ile almadığınız, kabul etmediğiniz kötü şeylerden 
zekat ve sadaka vermeye kalkmayınız! Ve biliniz ki, Allah, kesinlikle zengindir, 
sadakalarınıza muhtaç değildir, sadakalarınız kendi faydanız, kendi menfaatiniz 
iç i ndir. Ayrıca Allah hamîddir, yani övgüye lâyıktır. Herkes O'na şükür ve 
hamd borçludur. İşte böylesine zengin ve övülmüş olan Allah'ın rızasına ermek 
için kötü ve bayağı şeyler nasıl olur da sunulabilir? Diğer bir mânâ ile Allah 
hamîddir, kendi adına yapılan hayır ve hasenatı daha yüksek ikram ve ihsanlarla 
karşılar. Rızası uğrunda ortaya konan emekleri ve çabaları makbul ve meşkûr 
eder. Böyle bir Allah adına en temiz, en güzel şeyler sunulmalı değil midir? 
 
Vermekle emrolunduğunuz, borcunuz olarak 
ödemekle yükümlü bulunduğunuz infak ve sadakalar, Allah yolunda tutunmuş, din 
uğrunda ilme, cihada kendini adamış, yeryüzünde gezip dolaşamayan, şuraya buraya 
gidemeyen, yani Allah yolunda meşguliyetlerinden veya hastalık ve düşkünlük gibi 
sebeplerden dolayı geçimini kazanmaya gücü yetmeyen fakirler içindir ki, halden 
anlamayan cahil kişi, onları iffetli ve haysiyetli olmalarından, yani kimseden 
birşey istemeye tenezzül etmeyip, yokluğa katlanmalarından, seve seve göğüs 
germelerinden, izzet-i nefislerini korumalarından dolayı zengin sanırlar. Sen 
onları simalarından tanırsın. Dikkat edildiği zaman hallerinde görülecek 
yoksulluk alâmetlerinden bilirsin. İnsanlardan birşey isteyemezler, hele hele 
ısrarla ve bıktırırcasına hiç isteyemezler, dilencilik edemezler. Olsa olsa pek 
zor durumda kaldıkları zaman, dolaylı yollardan hallerini anlatmaya çalışırlar. 
 
Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan rivâyet olunmuştur 
ki; "Allah iffetli olan ve iffetini korumaya çalışanları sever. Çok verilince 
övgüde aşırı giden, az verilince sövgüde aşırı giden, yırtık, yüzsüz, dilenci ve 
ısrarcı olanı da sevmez." 
 
Bir başka hadis-i şerifte: 
 
"Herhangi bir kimse bir dilencilik kapısı açtı 
mı, Allah da ona bir fakirlik kapısı açar. Ve her kim açgözlülükten uzak 
durursa, Allah da onu zengin eder. Her kim iffetli olmaya çalışır, yüzsüzlükten 
sakınırsa Allah da onun iffetini arttırır. Her birinizin bir ip alıp sırtında 
odun getirerek onu azıcık hurmaya satması, dilenmesinden daha hayırlıdır." 
 
Sadakaların kimlere verileceğini bildiren bu 
âyet "Ashâb-ı Suffe" adı verilen fakir muhacirler hakkında nâzil olmuştur ki, 
bunların sayısı dört yüz kadar olduğu zamanlar olmuştur. Medine'de ne kalacak 
yerleri, ne aşiret ve akrabaları, ne de kazanç getirecek bir meslekleri vardı. 
Hep Hz.Peygamber'in Mescid'ine devam ederler, Mescid'in sofasında oturur, orada 
yatar kalkarlardı. Kur'ân öğrenirler, Hz. Peygamber'in sohbet ve konuşmalarını 
dinlerler, genellikle oruç tutarlar ve vakitlerini ibadetle ve İslâmiyeti 
öğrenmekle geçirirlerdi. Bunlar Peygamber dersânesinin, kendilerini Allah yoluna 
adamış öğrencileriydi. Bundan dolayıdır ki, İslâm Dünyası'nda medreseler ve 
öğretim yuvaları hep câmilere bitişik yapılmıştır. Medrese öğrencisinden de 
Suffe Ashabı'nın ahlâkı ve davranış biçimi beklenmiştir. İlim öğrenmek 
ibadettir. Din uğrunda her türlü sıkıntıya katlanmak ve iffetini koruyup dini 
yaymaya hizmet etmek, icabında cihaddır. Bununla beraber ilerde Tevbe Sûresi'nde 
"Müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez. Her topluluktan bir cemaatin 
dini iyi öğre n meleri ve kavimleri kendilerine döndüklerinde onları uyarmaları 
için savaştan geri kalması daha doğru olmaz mı? Gerekir ki böyle yanlış 
hareketlerden sakınırlar." (9/Tevbe, 122) âyetiyle ilim öğrencilerinin 
hepsinin cihada gitmemesi ve öğrenime ara verilmemesi gerektiği de 
açıklanmıştır. 
 
Abdullah b. Abbas hazretlerinden gelen bir 
rivayete göre; bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) Suffe Ashabı'nın başında durmuş, 
onların hallerini gözden geçirmiş idi. Onların fakirliklerini ve çekmekte 
oldukları zahmetleri gördü ve gönüllerini almak için buyurdu ki: "Ey Suffe 
Ashabı! Size müjdeler olsun ki, her kim şu sizin bulunduğunuz durumda olur, 
halinden razı olarak bana kavuşursa işte o benim arkadaşımdır." İşte bu âyet de 
bunlar dolayısıyla nazil olmuştur. Şu kadar var ki, hükmü umuma aittir. Allah 
rızası için düşmana karşı nöbet bekleyen veya Allah rızası için medreselerde 
dirsek çürüten veya Allah rızası için halka hizmet uğruna kendini vakfeden ve bu 
durumda malı, mülkü olmayan, geçimini kazanmaya vakit bulamayan veya vakit 
bulduğu halde gücü yetmeyen, yoksul ve fakir müslümanlar, nerede ve ne zaman 
yaşamış olursa olsunlar bu âyetin kapsamı içine girerler. Bunlar infak ve 
sadakaların verilecek en güzel yeri olarak tercih sırasında daima başta 
gelirler. Bununla beraber, gerek özel olarak bunlara, gerekse genel olarak bütün 
ihtiyaç sahiplerine herhangi bir mal infak ederseniz, yahut maldan, çabadan, 
bilgiden, nasihattan, irşaddan ve hizmetten bir şey ikram ederseniz, hatta 
saygı, sevgi gösterisi ve selamdan herhangi bir iyilik gösterirseniz, iyi 
biliniz ki, Allah onu bilir; emeğinizi boşa çıkarmaz, karşılığını verir. Bundan 
dolayı veriniz efendiler, veriniz! Özellikle Allah yolunda kendilerini hizmete 
adamış olan fakirlere, yoksullara veriniz. İhlasınız ve olgunluğunuz size gece 
veya gündüz, gizli veya açık vermenin farkını hissettirmeyecek kadar yüksek 
olsun. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili) 
 
?Şeytan fakirlikle korkutarak size cimriliği, 
kötülük işlemeyi emreder. Oysa Allah size kendi katından bağışlama ve bol nimet 
vaadeder. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir.? 
(2/Bakara, 268) 
 
Şeytan sizi fakirlikle korkutmakta, ruhlarınıza 
ihtiras, cimrilik ve azgınlık duygularını serpmektedir. Yine şeytan size 
kötülüğü emretmektedir. Fuhuş; haddi aşan bütün günahları kapsamaktadır. Her ne 
kadar bilinen bir günah için kullanılıyor olsa da içerik olarak daha 
kapsamlıdır. Fakirlik korkusu cahiliye döneminde halkı kız çocuklarını diri diri 
kuma gömmeye sevkettiğinden, bir nevi fuhuştur. Servet biriktirmeye olan 
ihtiras, bazılarını faiz yemeye yönelttiğinden, o da fuhuştur. Allah yolunda 
infak etmek nedeniyle meydana gelen fakirlik korkusu zaten fuhuştur. 
 
Şeytan, sizi fakirlikle korkutup fuhşu 
emrediyorsa, Allah da size kendinden bir mağfiret ve bolluk va'detmektedir. 
"...Allah ise kendinden bir mağfiret ve bolluk va'detmektedir." 
 
Ayet-i Kerimede önce mağfiret sonra bolluk 
zikredilmektedir. Çünkü bolluk mağfirete bir ektir. Ve O, yeryüzünde rızkın 
verilmesini ve Allah yolunda harcayıp infak etmenin mükâfatını kapsamaktadır. 
"...Allah'ın lütfu geniştir. Ve O herşeyi bilendir." Geniş lütfundan verir. 
Allah, kalplere vesvese vereni bildiği gibi vicdanda kuşku duygusunu geliştireni 
de bilir. Allah sadece mal vermez, mağfiret vermekle de kalmaz. Adalet ve 
dengeye yönelme, sebep ve sonuçları kavrama, basiret, görüş ve algılama 
sonucunda herşeyi yerli yerine koyma anlamına gelen "hikmet''i de verir. 
 
Yüce Allah'ın "Şeytan sizi fakirlikle 
korkutmakta ve size fuhşu emretmektedir. Allah ise kendinden bir mağfiret ve 
bolluk va'detmektedir. Allah'ın lütfu geniştir ve herşeyi bilendir."... "Hikmeti 
dilediğine verir..." sözü hakkındaki konuyu bitirmeden önce iyice 
anlamamız gereken bir başka gerçek daha var; İnsanın önünde bir üçüncüsü 
bulunmayan iki yol vardır... Allah'ın yolu... Şeytan'ın yolu... Ya Allah'ın 
va'dine kulak verecek ya da Şeytan'ın... Kim Allah'ın yolunda yürümez, O'nun 
va'dini dinlemezse, Şeytan'ın yolunda ve O'nun va'dine uyuyordur. Gerçek olan 
bir tek metotdan başkası yoktur. Allah'ın koyduğu bu hayat metodu... Bunun 
dışındakiler şeytan için ve şeytandandır. 
 
Bu, Allah'ın hayat için koyduğu metotdan 
sapanların, hiçbir şekilde hidayet ve doğruluk iddiasında bulunmalarına delil 
bırakmamak için Kur'an'ın yerleştirdiği, sıksık tekrarladığı ve bütün te'kid 
yöntemlerini kullanarak belirlediği bir gerçektir. Ortada bir şüphe ya da 
bulanıklık sözkonusu değildir. Allah, ya da Şeytan... Ya Allah'ın metodu ya da 
Şeytan'ın metodu... Ya Allah'ın yolu ya da Şeytan'ın yolu... Dileyen dilediğini 
seçsin... "Bundan sonra, helak olan bile bile helak olsun. Yaşayan da bir 
kanıttan dolayı yaşasın..."·(8/Enfâl, 42)· Ne bir şüphe, ne kapalılık, ne de 
bulanıklık... Ancak, hidayet veya sapıklık... Hakk birdir, birçok değil... 
Hakktan sonra sapıklıktan başka ne var ki? (10/Yûnus, 32) 
 
Bundan sonra sûrenin akışı ile birlikte sadaka 
konusuna dönüyoruz. Sadaka olsun, adak olsun, gizli-açık olsun, yüce Allah infak 
edenin ne infak ettiğini çok iyi bilmektedir. İşlenen amelin ötesindeki niyete 
göre mükâfatını vermek bu bilgisinin gereğidir. 
 
?Kendilerini Allah yoluna adamış, bu yüzden 
yeryüzünde (dünyalık için) koşmaya fırsat bulamayan ve hayaları yüzünden. 
tanımayan!ar tarafından varlıklı sanılan fakirlere yardım edin. .Sen onları yüz 
ifadelerinden tanırsın. Yüzsüzlük edip hiç kimseden birşey istemezler. 
Yaptığınız her hayır amaçlı harcamayı kuşku yok ki Allah bilir.? 
(2/Bakara, 273). 
 
Bu duygulandırıcı vasıflar, kendileri dışında, 
düşmanlardan hiç kimsenin yaklaşmaması için Rasûlullah'ın evlerini korumak 
amacıyla Mescid-i Nebevi'de kalan, bu arada Allah yolunda cihad etmeye 
kendilerini adayan ve ticaret ve kazanç için imkan bulamayan, buna rağmen 
insanlardan hiçbir şey istemeyen, ihtiyaçlarını açıklamaya onurları elvermeyecek 
kadar güzel davranan, bu yüzden durumlarını bilmeyenlerin varlıklı sandığı ve 
gerçek durumlarını da feraset sahiplerinden başka kimsenin bilmediği Ehl-i Suffa 
gibi, mallarını ve ailelerini Mekke'de bırakıp, Medine'de oturarak kendilerini 
Allah yolunda cihad etmeye ve O'nun Resulünü korumaya adayan muhacirlerden bir 
topluluğun durumunu yansıtmaktadır. 
 
Ancak âyetin kapsamı geneldir, onların dışında 
her çağda aynı durumda olabilecek herkese şamildir. Şartların kendilerini 
engellediği, çalışmaktan alıkoyduğu, onurlarının yardım istemelerine engel 
olduğu, buna rağmen ihtiyaçlarını açıklamaktan kaçınmaları yüzünden durumlarını 
bilmeyenlerin, tokgözlülüklerinden dolayı zengin sandığı, ancak, derin duygu ve 
açık basiret sahiplerinin bu rahat görüntünün ardındaki gerçek durumu kavradığı 
ve onlar utançlarından her ne kadar gizleseler de ruhsal durumları yüzlerinden 
okunan saygıdeğer fakirlerin durumuna uygun düşmektedir. 
 
Bu, şu kısacık âyetin o saygın örnek için 
çizdiği derin duygular uyandıran ve başarıyla çizilmiş adeta canlı bir tablodur. 
Her bir kelime nerdeyse bir fırçanın dokunması gibi, çizgileri ve imgeleri 
çizmekte, duygu ve infialleri somutlaştırmaktadır. İnsan, daha okuması 
tamamlanmamışken, bu yüzleri ve kişilikleri görür gibi oluyor. Kur'an'ın insan 
tiplerini çizerken uyguladığı gibi bu yöntem, adeta canlı ve hareketliymiş gibi 
sunmaktadır manzaraları... 
 
Avret yerlerini gizler gibi ihtiyaçlarını 
saklayan bu saygıdeğer fakirlere, haysiyetlerini zedelemeden, onurlarını 
kırmadan ve ancak gizlice yardım edilmelidir. Bu yüzden Ayet-i Kerime, sadakayı 
verenlerin, yüce Allah'ın verdikleri sözleri bildiğine ve mükafatlarını 
vereceğine güvenlerini sağladıktan sonra sadakanın gizlenmesini ve saklayarak 
verilmesini ilham ettiren bir tarzda sürüyor: "...Yaptığınız her hayır amaçlı 
harcamayı kuşku yok ki, Allah bilir." Gizli olan şeyleri yalnızca Allah 
bilir ve iyilik onun yanında kaybolmaz. (Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'an) 
 
?Ey insanlar, siz Allah'a (karşı fakir olan) 
muhtaçlarsınız...? 
Yani, Allah'ın size muhtaç olduğu şeklinde 
yanlış bir düşünceye kapılmayın. Sizlerin inanıp-inanmaması Allah için bir anlam 
ifade etmez. O'nun takdiri herşeye rağmen vuku bulacaktır, sizler O'na ibadet 
etmeseniz de, O birşey kaybetmez, lakin sizler yaşadığınız her saniye içerisinde 
O'na muhtaçsınız. Hayatınızı idame ettirebilmek için muhtaç olduğunuz imkanları, 
Allah Teâla sizlerin emrine vermemiş olsa, bir an bile ayakta kalamazsınız. 
Allah'a ibadet etmenizin emredilmesi yine sizin yararınızadır. Çünkü sizlerin 
dünyada ve ahiretteki iyiliğiniz buna bağlıdır. Yoksa Allah'ın kaybedeceği 
birşey yoktur. 
 
?Allah ise, Ganiy (hiç bir şeye ihtiyacı 
olmayan)dır, Hamîd (övülmeye layık)tır.? 
"Gani", Herşeye sahip ve herkesten müstağni 
olan, fakat hiçbir şeye muhtaç olmayan demektir. Allah hiç kimsenin kendisine 
"hamd" edip etmemesine muhtaç değildir. O zaten kendisine hamd edilmiş olandır. 
Burada "Gani" ve "Hamid" sıfatlarının her ikisi birden kullanılmıştır. Çünkü 
Gani olan bir kimse servet sahibi de olsa başkaları onun malından 
faydalanamayabilir, o takdirde bu kimse ganidir ama hamid değildir. Ancak, 
kendisi başkalarından faydalanmadığı halde, başkalarının kendisinden 
faydalandığı kimse, gani ve hamid'tir. İşte Allah, hem Gani'dir, hem de 
Hamid'tir. Tüm mahlukat O'na muhtaç olduğu ve O'ndan faydalandığı için her hamd 
ve şükür O'na aittir. (Mevdûdi, Tefhîmu'l-Kur'an) 
 
Sizsiniz Allah'a muhtaç fakirler, cümlesinde 
müsnedin (öznenin) marife (elif lamlı) olması kasr (ancak, sadece, yalnız 
anlam)ı ifade eder. Yani din ve ibadet Allah'ın ihtiyacı değil, insanların 
ihtiyacıdır. Hem yarattıkları içinde Allah'a ihtiyacı en çok olan fakirler 
sadece insanlardır. İnsan "İnsan da zayıf olarak yaratılmıştır." (Nisâ, 4/28) 
ifadesine göre zayıf olarak yaratılmış olmakla, hangi mertebede olursa olsun 
hiçbir zaman Allah'a ihtiyaçtan kurtula m ayacağı gibi, emaneti taşıyan insan 
ruhunun duyduğu ihtiyaç o kadar çoktur ki, onun yanında diğer yaratıklara fakir 
bile denmez. İnsanın bu ihtiyacını tatmin etmek için de Allah'tan başka mabud 
bulunmaz. Başkaları bir kıtmire bile malik değil Allah ise ganiydir. Hiçbir 
ihtiyacı olmayan ve her şeyden müstağni, tam mânâsı ile zengin, ganiy O, yalnız 
O'dur. O sizin ibadetinize muhtaç olmadığı gibi, bütün ihtiyaçlarınızı tatmin 
edebilecek güce de sahiptir. Öyle, fakat bakalım, korur gözetir mi dersiniz? Hem 
hamiddir. Hamd ve şükür ile kendisine tazim ve ibadet olunacak veliyy-i nimet de 
ancak O'dur. Gerçekte O'ndan başka nimet veren, O'ndan başka hamd ve tazime 
layık olan yoktur. Onun için dileklerinizi verirse, ancak O verir. Hem O 
kendisine hamd etti rmesini bilir. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili) 
 
?Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçsınız; oysa 
Allah hiç kimseye muhtaç değildir ve övgüye lâyıktır. Eğer dilerse sizi yok eder 
ve yerinize başka bir canlı türü getirir. Bunu yapmak, Allah için zor değildir.? 
(35/Fâtır, 15-17) 
 
İnsanları hidayete çağırırken, onları içinde 
yüzdükleri karanlıklardan Allah'ın aydınlığına ve doğru yoluna çıkarmaya 
çalışırken, onlara bu gerçeği hatırlatmaya ihtiyaç vardır. Başka bir deyimle, 
insanlar kendilerinin fakir ve Allah'a muhtaç zavallılar olduklarını, buna 
karşılık Allah'ın kelimenin her anlamı ile "zengin" ve ihtiyaçsız olduğunu 
hatırlamaya ihtiyaçları vardır. İnsanlar iyice bilmelidirler ki, gerçi onlar 
Allah'a inanmaya, O'na kulluk etmeye, O'nun verdiği nimetlere hamd etmeye 
çağırılıyorlar, ama bu çağrı Allah'ın onların ilgilerine muhtaç olduğu anlamına 
gelmez; yüce Allah'ın onların ibadetlerine ve övgülerine ihtiyacı yoktur, O özü 
itibarı ile övgüye lâyıktır. Bunun yanı sıra onlar Allah ile başa çıkamazlar, 
O'nu zor duruma düşüremezler. Çünkü eğer O, eğer onların kökünü kurutup 
yerlerine kendileri gibi ya da kendilerine hiç benzemeyen başka bir canlı türü 
geçirmek isterse bunu yapmak O'nun için son derece kolaydır. 
 
İnsanların bu gerçeği hatırlamaya ihtiyaçları 
vardır. Yoksa yüce Allah'ın kendileri ile ilgilendiğini, onlara peygamberler 
gönderdiğini, bu peygamberlerin onları sapıklıktan döndürüp doğru yola iletmeye, 
karanlıklardan aydınlığa çıkarmaya çalıştıklarını görünce Allah için çok önemli 
varlıklar olduklarını, doğru yolda olmalarının, ibadet etmelerinin Allah'ın 
rakipsiz egemenliğine bir şey kattığını sanarak gurura kapılabilirler. 
 
Yüce Allah, insanlara peygamberler gönderiyor. 
Bu peygamberler insanların sırt dönmelerine ve eziyetlerine göğüs geriyorlar. Bu 
sırt çevirmelere ve eziyetlere rağmen Allah'a çağırma görevini ısrarla 
sürdürüyorlar. Bu yolla yüce Allah insanlara ilgi gösteriyor, onlara rahmetini 
oluk oluk akıtıyor, onları lütfu ile kuşatıyor. Yüce Allah'ın insanlara yönelik 
bu tutumu O'nun tek yanlı rahmetinden, lütfundan, kereminden ve 
bağışlayıcılığından kaynaklanıyor. Çünkü tek yanlı bağışlayıcılık, O'nun 
özü ile bütünleşmiş bir niteliğidir. Yoksa şu kulların doğru yola girmeleri 
O'nun ortaksız egemenliğine bir şey katacak, ibadet etmeleri O'nun 
egemenliğinden bir şey eksiltecek değildir. Ayrıca şu kullar, eşleri bulunmaz 
varlıklardır da, yerlerine başkalarını koymak zor olduğu için bütün 
küstahlıklarına göz yumuyor, yerleri doldurulamayacağı için şımarıklıklarına 
katlanıyor değildir. 
 
Gerçekten şu zavallı, küçük, önemsiz, yetersiz, 
güçsüz ve bilgisiz insan, yüce Allah'ın bunca yoğun ilgisine ve gözetimine 
mazhar olunca yüce Allah'ın bu bağışı, bu lütfu ve bu karşılıksız keremi 
karşısında başı dönüyor, hayrete kapılıyor. Oysa insan şu yer yuvarlağının 
küçük, önemsiz bir konuğudur. Yeryuvarlağı da güneşin küçük bir uydusudur. Güneş 
ise, uzayda ışık saçan sayısız yıldızlardan biridir. Yıldızlara gelince; onlar 
da bütün görkemli iriliklerine rağmen sınırlarını yüce Allah'dan başka hiç 
kimsenin bilmediği engin uzay boşluğuna serpiştirilmiş birer küçük noktadırlar. 
Engin boşluğuna serpiştirilmiş yıldızları birer kaybolmuş nokta gibi gördüğümüz 
uzay ise, yüce Allah'ın yaratıklarının sadece bir bölümünden ibarettir. 
 
Bununla birlikte insan yüce Allah'ın ilgisine 
mazhar oluyor. Bu yoğun ilginin başlıca göstergelerini şöyle sıralayabiliriz: 
Yüce Allah, insanı yaratıyor. Onu halifesi, sözcüsü, sıfatı ile yeryüzüne 
yerleştiriyor. Onu bu halifeliğin gerektirdiği bütün araçlarla donatıyor. 
Yapısını ve bileşimini bu göreve göre düzenliyor. Gerekli bütün evrensel güçleri 
ve enerji kaynaklarını yararına sunuyor. Sonra bu varlık sapıtıyor, şımarıklığa 
kapılıyor. Öyle ki, Rabb'ine ya ortaklar koşuyor ya da büsbütün inkâr ediyor. 
Bunun üzerine Allah ona ardarda peygamberler gönderiyor. Bu peygamberlere 
kitaplar indiriyor, onları olağanüstü mucizeler ile destekliyor. 
 
Yüce Allah'ın insana yönelik bağışı zaman içinde 
artarak devam ediyor. Öyle ki, indirdiği son kutsal kitabında insanlara tarihe 
ışık tutan hikâyeler sunuyor. Bu hikâyelerde onlara atalarının başlarından neler 
geçtiğini anlatıyor. Yine bu kitapta onlara kendi özlerini anlatıyor. 
Benliklerinin güçleri ile enerjileri yanında zayıf ve güçsüz yanlarını 
tanıtıyor. Kimi zaman bu kitapta falan oğlu filancadan söz ediyor ve belirli bir 
kişiye "şunu yaptın, şunu yapmadın" derken, bir başka belirli kişiye "senin 
probleminin çözümü şöyledir, sen içinde bulunduğun sıkıntıdan şöyle kurtulursun" 
diyerek somut direktif veriyor. 
 
Oysa ki, Yüce Allah'ın bunca yoğun ilgisine 
mazhar olan bu yeryuvarlağının küçük bir konuğudur. Yeryuvarlağı da güneşin bir 
uydusudur. Güneş ise, şu evrenin uçsuz-bucaksız enginliğinde varlığı belirsiz 
bir yıldızdır. Buna karşılık Allah, göklerin ve yeryuvarlağının yoktan var 
edicisi; üzerindeki tüm canlı cansız varlıklar ile şu evrenin yaratıcısıdır. Bu 
yaratmanın, bu yoktan var etmenin tek itici faktörü kendi iradesidir. İşte bu 
engin evrenin bir başka türlüsünü de yaratabilir. Bunun için bir tek sözü ve o 
amaca yönelmiş dileği yeterlidir. 
 
İnsanlar bu gerçeği kavramalıdırlar. Ancak o 
zaman yüce Allah'ın kendilerine yönelik lütfunun, gözetiminin ve 
merhametinin çapını kavrayabilirler. Ancak o zaman bu katıksız lütufkârlığa, bu 
tek yanlı ilgiye, bu taşkın merhamete yüz çevirme ile, inkârcılıkla ve 
nankörlükle karşılık vermenin utancını içlerinde hissedebilirler. Âyetteki bu 
açıklama yalın ve somut bir gerçek olması yanında, bu yönü ile vicdanın ham 
telini titreten uyarıcı bir darbedir. Zaten Kur'an, insanların kalplerini 
gerçeklerin elleri ile okşar. Çünkü belirgin hale gelen gerçek, vicdanı daha 
derinden etkiler. Çünkü Kur'an gerçektir ve gerçeği içererek inmiştir. Bu yüzden 
O gerçekten başka bir şeyden söz etmez, gerçekten başka hiçbir inandırma 
yöntemine başvurmaz, gerçekten başka bir şey sunmaz, gerçekten başkasını 
göstermez. (Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'an) 
 
 




 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.
 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.