Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Âhiret Anlayışı Bizi Dirilişe Ulaştırır/Ulaştırmalıdır

Âhiret Anlayışı Bizi Dirilişe Ulaştırır



Âhiret
Anlayışı Bizi Dirilişe Ulaştırır/Ulaştırmalıdır



Bugün yaşadığımız toplumda âhiret
inancı, bir mit ve hurâfeler yığını olarak yaşamaktadır. İnsanlar bu inancın
getirdiği her tür dinamizm, coşkunluk ve aşktan fersah fersah uzaktadırlar. Bu
avamî anlayış, tevhid bilincine sahip mücadeleci müslümanlar için geçerli
değildir. Avamdan, ya da ehl-i dünyadan birisi yaşadığı hayat ve sahip olduğu
hayat felsefesince âhirete inanmaktadır ve büyük bir ihtimalle de kendini
cennette görmektedir.

Gerçek müslümanlar için durum çok
farklıdır. Çünkü müslümanlar 'dünyadadırlar' ama, 'dünyadan ve dünyevî'
değildirler. Dünyada, bütün ömürleri boyunca bir yolcu ya da garip gibidirler.
Yani onlar, niçin yaratıldıklarını, nasıl yaşayacaklarını ve buna bağlı olarak
sonlarının nereye ulaşacağını bilen insanlardır. İnsan, şu anda yaşadığına göre,
öncelikle bilmesi gereken; nasıl yaşayacağı ve sonunun ne olacağıdır. Aslında
son dediğimiz şeye, fazla uzak gözüyle bakıl-mamalıdır. Çünkü "Dünya" kelimesi,
denâ'dan gelir ve 'yakınlaştırılmış şey' demektir. Demek ki dünya, insanın akıl
ve idrak tecrübesine ve bilincine yakınlaştırılmış bir şeydir. Yakına getirilen
şeyin (dünyanın) tabir caizse bizi kuşatması ve etkilemesi gerçeği, bilincimizi,
son varış yerimizden (âhiretten) başka yöne çevirir. Bu son gidilecek yer,
'daha sonra' geldiğinden; bize 'uzak' gibi gelir. Halbuki bu, 'yakın' olan
(dünya)nın sebep olduğu yanılsama ve şaşırtmacadan dolayı böyledir. Yani, son,
âhiret bize o kadar uzak değildir. Uzak sanmamız, duyularımızın bizi yanıltması
nedeniyledir. Öyleyse yaşadığımız ile ulaşacağımız sonu düşünmek ve her anımıza
bir muhâsebe yapmak durumundayız.

Müslüman birey, kendi bilinç ve
dimağını devamlı diri tutmak zorundadır. Bir taraftan cahilî yaşamın, diğer
taraftan nefsin/şeytanın öne sürdüğü zaaf ve oyalanmalar arasında kalan birey,
cihadın herşeyden önce bunlara karşı verilmesi gereken bir mücadele olduğunu
bilmelidir. Bunun sağlanabilmesi ise ancak yaşanılan dünyadan ve hayattan daha
yüksek, yüce ilkelere, hedeflere bağlanmakla mümkündür. Bu ilke ya da hedef,
günlük yaşamadan ve denîlikten uzak ve yüce olduğu ölçüde bu hayatı anlamlı
kılabilecektir. Hangi düzeyde olursa olsun, müslüman birey için mücadele zorunlu
olduğundan, mücadeleye liyakat için fertlerin dimağlarını her zaman diri tutacak
donanımlara, eskimeyen kaynaklara ihtiyacı vardır. İşte bu kaynakların başında
âhiret inancı gelir. Kişi, dünyanın geçici zevklerinden, korku ve umutsuzluktan,
hedef sapmalarından ve hilâfet görevini unutmaktan, ancak bu inanç ile
uzaklaşabilir. İnsanoğlu nisyâna (unutmaya) meyillidir ve nisyan arttıkça
isyan ve sapma da artar. Dahası, insanın gönlünde iki ayrı (üstelik zıt)
ilkenin, idealin ya da duygunun bulunması mümkün değildir. Bir yandan hilafet
görevini yerine getirmeye çalışmak, özgürlük ve adalet için mücadele etmek, bir
yandan da dünyanın ve şeytanın geçici oyunları, hileleri karşısında aldanmak,
korkmak ve zavallı yaşam biçimlerine istek duymak, bir müslümanın şahsında
birleşemez.

"Dünya hayatını âhiret hayatı
karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da
öldürülür ya da galip gelirse, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz."
(Nisâ: 4/74).

Allah'ın yolunda mücadele, -alanı ve
biçimi ne olursa olsun- ancak dünya hayatının satılmasından sonradır. Sağlam bir
irade ve direnme duygusuna sahip olmayan insanların, düşmanın güç ve oyunları
karşısında kısa zamanda umutsuzluk ve korkuya düşmesi mümkündür. Halbuki
sorgulama, tahkir edilme, işkence görme ve nihâyet şehidlik ile kaybedecek
hiçbir şeyi olmadığını; aksine cennetlere ve bunun ötesinde temiz ve özgür bir
ruha sahip olacağını ve Rabbinin huzuruna bu tertemiz haliyle çıkacağını bilen
bir insan için, korku son derece arızî bir şeydir.


[1]











[1] Ahmet
Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.