Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Siz de mi Hâlâ Kıyâmetin Kopmadığını Sanıyorsunuz?.

Siz de mi Hâlâ Kıyâmetin Kopmadığını Sanıyorsunuz


Siz de mi Hâlâ Kıyâmetin Kopmadığını
Sanıyorsunuz?





Nedir Kıyâmet? Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak,
kıyâm etmek, doğrulmak ve dirilmek anlamında olan Kıyâmet; İslâmî literatürde,
evrenin düzeninin bozulması, her şeyin altüst olarak yok olması ile, ölen tüm
insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması olayına verilen addır. Kıyâmet,
cisimlerin ister kendi parçaları arasında, ister diğer cisimler arasında var
olan uyumun, nizam ve birliğin kalkmasıdır. Bir kaostur, yıkımdır Kıyâmet.
Mânevî yönü ihmal edilip tek kanatlı kuş gibi, tek yönlü maddî ihtiyaçlarının
hizmetinde bir insan, Kıyâmeti yaşıyor demektir. İnsanın Kıyâmeti, inancın
Kıyâmeti, hakikatin Kıyâmeti... Hem namazda kıyâmı, hem de namaz gibi görev olan
küfre ve şirke karşı kıyâmı gerektiği gibi yerine getirmeyenlerin âkıbetidir
Kıyâmet. ?Kıyâm et? emrini uygulamayanların dünyevî cezâsıdır ?Kıyâmet?.


Hadis rivâyeti olarak değerlendirildiği halde,
hadis olmadığını tesbit ettiğimiz, ama anlamına katılarak bu konuya uygun
yorumladığımız bir söz vardır: ?İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklar.? Sanal
bir hayatta, yaşadığını sananların rüyalarıdır bugünün dünyası. İnsan, içinde
yaşadığı çevreyi katletti, mahvetti; kendisi de o çevrenin, o doğanın bir
parçası olduğunu düşünmedi; kendisi de mahvoldu. İçinde yaşadığı toplumu ve
kendini (fıtratını, mânevî hayatı) insanın kendi eliyle imhâ etmesi Kıyâmet
değil de nedir?

Kur'an'ın Kıyâmetin dehşetinden sık sık
bahsetmesinin temel hikmeti, yaşadığımız hayatı sorgulamak, Allah'ın var ettiği
dünya ve içindekilerin âniden elimizden çıkabileceğini, her nimetin bir sonu
olduğunu, ölümün yakın olduğunu hatırlayıp Allah'a karşı sorumluluklarımızı
kuşanmaktır.

Kur'an'a göre, Kıyâmetin ne zaman kopacağını,
Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Bu bilemeyenlere Peygamberimiz de dâhildir.
Kıyâmet, ansızın kopacaktır. "Sana Kıyâmetten sorarlar: 'Gelip çatması ne
zamandır?' derler. Onu zikretmek, ne zaman geleceğini bilmek nerede, sen
nerede?" (79/Nâziât, 42-43). "Sana Kıyâmet sâatinden, onun ne zaman gelip
çatacağından soruyorlar. De ki: 'Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun
vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size
ansızın gelecektir.' Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De
ki: 'Onun bilgisi ancak Allah'ın katındadır' ama insanların çoğu (bunu)
bilmezler." (7/A'râf, 187)

Kıyâmetin alâmetleri, değişik biçimde ortaya
çıkmıştır, ama farkında olmadan Kıyâmeti yaşayan kimsenin bunları anlaması kolay
olmayacaktır. Kıyâmetin hâlâ alâmetlerini bekleyenler, onun ansızın kopacağını
bilmeyenler veya bilmek istemeyenlerdir. Kur'an'ı okuyanlar bilirler ki, onun
alâmetleri çoktan gelmiştir. "Onlar, Kıyâmet zamanının ansızın gelip
çatmasından başka bir şey mi bekliyorlar? Şüphesiz onun alâmetleri
gelmiştir/belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar?"
(47/Muhammed, 18). Ansızın kopacak Kıyâmetin Kur'an'da belirtilen tek alâmeti
olarak değerlendirilen ayın yarılması da gerçekleşmiştir. Kur'an, Kıyâmetin
yaklaştığını ve alâmet olarak ayın yarıldığını çok net biçimde ve mâzî sîgasıyla
açıklar: "Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı." (54/Kamer, 1). Kıyâmetin
kopmasına bir göz açıp kapama kadar bir zaman kalmıştır, hatta belki bundan daha
da yakındır: "Göklerin ve yerin gaybı Allah'a âittir. (Kıyâmet) sâatinin
durumu ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan başkası değildir."
(16/Nahl, 77).

Bütün bu Kur'ânî hakikatlere rağmen, Hz.
Peygamber (s.a.s.)'den Kıyâmetin alâmetleri hakkında çok sayıda rivâyet, hadis
kitaplarını doldurmuştur. Bunların tümünü, sahih olmadıkları iddiâsıyla
reddetmek doğru olmasa gerektir. Ama bu hadislerin Kur'an'a arzedilmesi gerekir.
Kur'an'ın bazı âyetlerinin müteşâbih olduğunu biliyoruz (3/Âl-i İmrân, 7).
Müteşâbih, anlam yönüyle birbirine benzeyen, mânâsı kapalı, birçok anlama
gelebilen, yorumunda güçlük çekilen demektir. Âlimlerin çoğu, Kur'an'da
bahsedilen Kıyâmet ve ahvâlini müteşâbih olarak değerlendirirler. Kıyâmet
alâmetleri olarak hadis rivâyetlerinde belirtilen hususlar da müteşâbihtir.
Müteşâbihlerin tek bir tefsiri olmaz, farklı te'villeri/yorumları olabilir, esas
anlamını da ancak Allah bilir (3/Âl-i İmrân, 7).

Hadis rivâyetlerinin zâhirine takılıp kalan ve
Kur'an'ın Kıyâmet konusundaki mesajını göz ardı eden Osmanlı'nın son devir
mollaları, olanca zulüm ve tuğyânı, sadece "Kıyâmet alâmeti" olarak
değerlendirmiş, son alâmetlerden olduğu yaklaşımıyla "başımıza taş yağması
yakındır" diyerek eli-kolu (ve dili) bağlı gibi beklemeye başlamıştır. Halbuki,
Kıyâmetin çok yakın olduğunu ve alâmetlerinin geldiğini zâten Kur'an çok önceden
belirtmişti. Küçük-büyük alâmetlerin ortaya çıkıp çıkmadığını tartışmak yerine,
Kıyâmet kopmadan, -ki bugün bile kopabilir, kopmayacağını hiçbir Kur'an
talebesi/bağlısı iddiâ edemez- Kur'an'ın yüklediği bireysel ve toplumsal
görevimizi yerine getirmek gerekir. Hadis rivâyetlerinde Kıyâmet alâmetleri
olarak belirtilen müteşâbihlere dalıp onları zâhirlerine göre değerlendirerek,
büyük alâmetlerinin çıkmadığı anlayışıyla Kıyâmeti çok uzaklara ertelemek,
"kalplerinde eğriliğin bulunması" ve "fitne çıkarma" (3/Âl-i İmrân, 7) riski ile
karşı karşıya gelmek demektir.

Kimilerinin hadis zannettiği meşhur bir söz
vardır: ?İzâ mâte'l-insânu fekad kamet Kıyâmetuhû; İnsan öldüğü zaman, onun
Kıyâmeti kopmuştur." Diğer insanların Kıyâmeti artık onu ilgilendirmeyecektir.
Ölüm de her an gelebileceğine göre, Kıyâmetin zâhirî alâmetlerinin tümünün
çıkmadığını sanıp Kıyâmetin daha kopmayacağını düşünmek, şeytanın vesvesesine
kapılmaktır. Zâten ölüm, küçük bir Kıyâmet olduğu gibi, uyku da küçük bir
ölümdür: Kur'an'da uyku, ölümle eş anlamlı gibi kullanılır. Bir âyet-i
kerimede, "Allah ölümleri ânında nefisleri vefat ettirir; ölmeyenleri de
uykularında; üzerlerine ölüm hükmünü verdiğini tutar ve diğerini belli bir ecele
kadar salar. Düşünen bir kavim için bunda âyetler vardır." (39/Zümer, 42)
buyurulmaktadır. Demek ki ölümle uyku bir bakıma aynıdır; çünkü uykuda,
nefis/rûh, bedenden kısmen ayrılır; en azından, şuur olarak bedenin farkında
değildir. Ölümde ise bu kopuş, bütün bütündür. Bu yüzden, "uyku, ölümün
yarısıdır." Ölüm de, insan rûhu için yeryüzündeki sürenin dolması ve rûhun
bedenden sıyrılmasıdır.

Hayatın aslı, rûhun hayatıdır; mânevî hayattır.
Bitkisel ve hayvansal hayat, dünya hayatıdır; ama bu hayat içinde rûhun/gönlün
hayatı da yaşanabilir. Bu ise, kalbi günahlardan uzak tutma, tefekkür ve
ibâdetlerle mümkün olur. Rûhî/mânevî hayattan uzak olup yalnızca dünya hayatını
yaşayanlar aslında birer ölüdürler. Eşyanın dış yüzüne ve hayatın zâhirine
takılıp kaldıkları için, olayların ve eşyanın gerisindeki hakikati göremedikleri
için, kâinatta her bir şeyde açık seçik olan İlâhî tecellîleri göremedikleri,
İlâhî mesajı alamadıkları için ölüdürler. Peygamberler, bunlara diriltici
nefeslerle gelirler. Bu yüzden, Kur'ân-ı Kerîm'de, "Ey iman edenler! (Rasûlullah,)
sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Rasûlü'nün
çağrısına koşun..." (8/Enfâl, 24) buyurulur. Âyette, iman edenlere
seslenilmesi, imanın bir hayat emâresi olmakla birlikte, asıl hayatın "rûhun ve
kalbin hayat derecesi" olduğunu, buna ulaşmanın ise iman içre iman
gerektirdiğini hatırlatmak için olsa gerektir.

Hayat, asıl itibarıyla kalbin hayatıdır, rûhun
hayatı olduğu gibi; insanın asıl ölümü ve dirimi dünyadadır. Ölüm, hiçbir zaman,
anladığımız şekilde "ölmek" değil; gerçekte "dirilme"dir, hayat bulmadır.
Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan sonra, insanın gerçeği en
çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir? Ölmek, geçici ve gölge bir hayat
olan dünyadan göçmekten ibârettir. Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha
bir diriliğe kavuşur ve "sıla"sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların
sevincini yaşar, özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise, ölmekle acı
bir dirilmeği tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler. Bu gerçek
hayatta artık yeni bir değişme, yani ölüp yeniden dirilme gibi şeyler söz konusu
değildir. Dünyada ölü kaldıktan sonra ölümle dirilme, azâba, ateşe dirilmedir;
dünyada diri olanlar ise, daha bir diriliğe, daha güzel, sürekli, kalıcı bir
canlılığa adım atarlar. Kur'an bunu, "Muhakkak ki âhiret yurdu, gerçekten
baştanbaşa hayattır, eğer bilselerdi." (29/Ankebût, 94) şeklinde ifade
etmektedir.

Peygamberlerin getirdiği hayat verici nefeslerle
dirilemeyenler, Kur'an'ın deyişiyle, ölüdürler, kabirdedirler (Kıyâmetleri
çoktan kopmuştur onların). Kur'an'da: "Sen ölülere duyuramazsın!"
(30/Rûm, 52); "Sen kabirdekilere duyuracak değilsin!" (35/Fâtır, 20)
buyrulur. Böylelerinin ruhları silinmiş, kalpleri kararmış, dolayısıyla
kalplerinin duyma (sem'a) ve görme (basar) güçleri yok olmuştur. Peygamber
(s.a.s.)'in çağrılarını duymadıkları gibi, çevrelerinde mutlak gerçeğin
işaretleri ve görüntüleri olarak cilvelenen sayısız âyetleri de görmezler;
olanlardan ders almazlar, dünya hayatına nasıl gelinip bu hayattan nasıl
göçüldüğüne dikkat etmezler; yeryüzünde gezip öncekilerin bıraktıkları konusunda
düşünmezler, kâinatın muhteşem âhenk ve düzeni onlar için hiçbir şey ifade
etmez. Böylesi diriltici unsurlar karşısında kaskatı ölü kesilenler için son
dirilme çaresi, artık ölümdür (Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y.
s. 237).

Hayat; iman, hicret, cihad ve şehâdettir.
Kâfirler gibi canlı cenâze olmak, hayat süren leş konumunda bulunmak değildir.
Esas hayat, rûhun hayatıdır, imanın can kafesinde ölü gibi kalması değil,
sahibini ve toplumu diriltmesidir. Hayat, Allah'ın ve Rasûlünün bizi çağırdığı
esaslara uymaktır. Bugün yaşananlar, bu ölçüler içinde hayat sürmek değil; ölü
olduğunu bile hissetmeyecek kaosu, Kıyâmeti yaşamaktır. Maddî hayat yönüyle
ölenler, öldüklerinin, yani kendi Kıyâmetlerinin koptuğunun farkındadırlar. Ama
mânen ölmüş, kendi Kıyâmeti kopmuş kimseler, öyle dehşetli bir Kıyâmet
içindedirler ki, kendilerini canlı sanmaktalar. Toplumun mânevî Kıyâmeti, o
toplumdaki bireyleri de kuşatır: ?Bir de öyle bir fitneden sakının ki o,
içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirâyet ve hepsini perişan
eder). Biliniz ki, Allah'ın azâbı şiddetlidir.? (8/Enfâl, 25)


İnsan, bazı ölüleri yaşıyor zanneder, bazı
yaşayanları ölü zannettiği gibi. "Allah yolunda öldürülenlere (şehitlere)
'ölüler' demeyin. Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz onu hissedemez,
anlayamazsınız.." (2/Bakara, 154). "Bil ki sen, ölülere işittiremezsin,
arkasını dönüp kaçmakta olana, sağırlara da dâveti duyuramazsın." (27/Neml,
80)

Hadis külliyâtları, Kıyâmet'ten önce ortaya
çıkacak alâmetlerden söz eden çok sayıda hadis rivâyeti ihtivâ eder. Âhir zaman
olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi donemde dinî duygu, düşünce ve davranışların
zayıflaması, İslâmî kurallara gereken önemin verilmemesi, ibâdetlerin terk
edilmesi, ahlâksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren Kıyâmet
alâmetlerinin tümünün ortada olduğunu, çoktan insanı kasıp kavurduğunu
görüyoruz. Hadis rivâyetlerinde Kıyâmet alâmetleri olarak sayılan, yukarıdaki
ifadelerin dışında şunları görüyoruz: İnsanların bina yapmakta birbiriyle
yarışmaları, insanların ölümü temenni etmeleri (ve intihar arzusu), İkisi de hak
iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması, İslâmî
ilimlerin ortadan kalkması, cehâletin artması, depremlerin çoğalması, zamanın
yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması (zamanın bereketinin gittiği bir
koşturmaca ve elektrik aydınlığı ile gecenin gündüz gibi olması), cinâyetlerin
çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi, yahûdilerle müslümanların savaşmaları
(Filistin'de fiilen ve dünyanın her tarafında fikren), zinânın açıkça işlenmesi,
içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması (özellikle
çarşı pazarda)... Bütün bunların yaşanılan vak'a olduğundan yola çıkarak
Kıyâmetin de koptuğunu söyleyebiliriz. Çünkü bunlar, toplumsal âfetlerdir. Bu
problemler, toplumların Kıyâmetidir. Bu özellikler, huzursuzluğun, fitnenin,
kaosun, kokuşmuşluğun belirtileridir. Bunları yaşayan toplum, Kıyâmet dehşeti
yaşıyordur. Kıyâmet dehşetiyle bin kere ölmüştür de cenâzesini kıldıran yoktur.
Kıyâmetin ne zaman kopacağını bilmeyen, hatta kendi yaşadığı zamanda bile
Kıyâmetin kopmayacağından emin olmayan bir peygamber, toplumun Kıyâmetini çok
belîğ bir şekilde anlatmış olur bu alâmetlerle. Osmanlı, son demlerinde, ölüm
döşeğindeki "hasta adam"a benzetilirdi; şimdi onun devamını adam yerine koyan
olmadığına göre çoktan öldü o. Osmanlı, "Kıyâmet alâmeti" olarak dillendirilen
bu toplumsal mikropları, tedbirsizlikten dolayı bünyesine bulaştırdığı için
hastalandı. Onun çocuğu bu belâlara ilâç diye sarıldığı için Kıyâmeti her an
yaşamakta. Gerçek Kıyâmetin dehşeti bir anlık iken; toplumsal Kıyâmet, her an
dehşet saçmaktadır.

Kıyâmetin büyük alâmeti olarak kabul edilenler
de, Kur'an'a arzedilerek, müteşâbih olduğu unutulmadan te'vil edilebilir. Bu,
Kur'an mesajına daha uygun olur. Âl-i İmrân 55. ve Mâide, 117. âyetine göre Hz.
İsa'nın bedeninin öldüğü açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsa'yı başkaları
öldürmemiş, Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir. Yükseltilen onun mânevî
derecesi, Allah'ın katına çıkan, onun rûhudur. Zâten bütün peygamberlerin
ruhları Allah'ın huzuruna çıkar, O'ndan ikram görür. Hz. İsa'nın vefatını haber
veren âyetleri, âhad haberlere dayanarak te'vil etmek yerine, bu hadisleri
te'vil etmek daha doğrudur. Bu hadisler şöyle te'vil edilebilir: İsa'nın rûhu,
yani ümmeti mahvolmadı, daha yaşayacaktır. Fakat Kıyâmetten önce bu rûh, yani
İsa ümmeti, İslâm'a dönecektir. Bu hadislerden, hıristiyanların bir gün müslüman
olacakları değerlendirilebilir. Said Nursi bu kanaattedir (Bkz. Şualar, 5. Şua,
s. 459-471; Lem'alar, s. 112). Meşhur müfessirimiz Elmalılı Hamdi Yazır da
yaklaşık bunu söylemektedir (Bkz. Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y. c. 2, s.
1112-1114). Yalnız, Kıyâmet alâmetleri konusunda ihtiyâtı elden bırakmamalı, bu
ve benzeri her çeşit yorumların da beşerî çıkarımlar olduğu, yanlış olma
ihtimalinin bulunduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. Her şeyin en doğrusunu bilenin
Allah olduğu ve gayb bilgisinin ve özellikle Kıyâmet ilminin sadece O'na âit
olduğu unutulmamalıdır.

Bir peygamberin dini (O'nun tebliğ ettiği
esaslar) yaşadıkça, kendisi mânen yaşamaktadır. İsa (a.s.)'nın fikriyâtını
yahûdiler öldürememişlerdir. Bilâkis onun tebliğleri yayılmış, yahûdiliğe egemen
olmuştur. Onun rûhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen olmasa bile, mânen Hz.
Muhammed (s.a.s.)'in fikriyâtını benimseyecek, onları uygulayacaktır. Bunlar,
görünürde hıristiyan olsalar bile, uygulamada İslâm'ın özüne mensup olacaklar
veya bunlar, tamamen hıristiyanlığı bırakıp İslâm'a döneceklerdir. Bu, "güneşin
batıdan doğması"dır. Nitekim, giderek ivme kazanan bir hızla Avrupa ve
Amerika'da İslâm'ın sesi soluğu duyulmaya başlamıştır, Afrika ve Amerika'da
İslâm süratle yayılmaktadır. Bush adındaki deccalın Sharon deccalına yardım için
Ortadoğuda müslüman avına çıkmasının asıl sebebi budur. İslâm, olduğu gibi
anlatıldığı, hele örnek olacak şekilde yaşandığı takdirde, dünyanın her yerinde
ve Batıda tek Hak dinin hâkim duruma geçeceği şüphesizdir. Bu gün değilse yarın;
işte bu, Hz. İsa'nın rûhunun dirilmesi, onun mesajının hâkim olması, onun
Muhammed ümmetine tabi olması (hizmet etmesi), haçın kırılıp domuzun öldürülmesi
demektir. İslâm, Kıyâmete kadar bâkî olacak hak dindir. Onun güçlenmesine yardım
eden, bu uğurda canını fedâ etmeğe hazır olan her müslüman, İsa'dır, Mesih'tir,
Mehdîdir, İmamdır. İslâm düşmanları ve onların hakkı bâtıl, bâtılı da hak
gösteren araçları (özellikle televizyonun bu amaçla kullanılışı) da Deccâl ve
onun silâhlarıdır.

Bırakalım artık yarınların hayaliyle oyalanmayı.
"Kıyâmet ne zaman kopacak? Onun alâmetleri nelerdir?" diye sormak yerine;
"ölüme, Kıyâmete, ondan sonrasına hazır olup olmadığımızı" kendi kendimize
sormamız gerekmez mi? Dünyaya bir daha gelip de eksik ve hatalarımızı telâfi
etme şansımız olmadığına göre, yaşadığımız günün her ânını değerlendirmeli ve
?gün bu gündür!? diyerek, ebedî saâdeti kazanmaya çalışmalıyız.

İsa veya Mehdi bekleyerek kendi üzerine farz
olan görevleri, kurtarıcılara havâle edip ertelemek, Allah erine yakışmaz. Biz,
İslâm'ı yaşayıp çevremize hâkim kılmaya çalışalım. Gerisi bizi fazla
ilgilendirmemelidir. Allah da zâten bizi bazılarını beklemeye çağırmıyor. Her
şuurlu müslümanın hidâyete götüren, hidâyet veren anlamında en büyük "mehdî"
olan Kur'an'a uyması kurtuluş için yeterlidir. Her tebliğcinin de, mânen ölmüş
canlı cenaze durumundakilere İsa nefesiyle hayat vermeye gayret etmesi
gerekmektedir. Kurtarıcı beklemeyi bırakıp kendimiz kurtarıcı olmaya çalışmalı,
böylelikle hiç değilse kendimizi kurtarmanın yolunu bulmalıyız. O zaman
"deccal"lar da bize zarar veremeyecektir: ?Ey iman edenler! Siz kendinize
bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olduğunuz müddetçe dalâlette olanlar (sapıklar)
size zarar veremez.? (5/Mâide, 105)

Kıyâmetin ikinci aşaması; ölen tüm insanların
yeniden dirilerek ayağa kalkması, kıyâm etmesidir. "Emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i
ani'l-münker" adındaki kalk borusunu, "kıyâm et" emrini veren dâvetçi
İsrâfiller, inşâAllah toplumu İsa nefesleriyle yeniden diriltecek ve Allah'ın
izni ve yardımıyla topluma ba'su ba'de'l-mevti yaşaTacaklardır.

Hz. İsa, rûha önem verilmeyen yahûdileşmiş bir
topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi:
Bazı ölüleri Allah'ın izniyle diriltme, hastaları iyileştirme, körlerin
gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda da bu rûhî
özellikleri ihyâ eden İsa nefesli müslümanlara ihtiyaç var. Böylece
emperyalistlerin katı kapitalist etkileriyle ruhları, rûhî/mânevî özellikleri
bombardıman edilen insanların ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin; ruh maddenin
önüne çıksın, böylece tatmin olsun. Hasta kalpler ve mânevi/rûhî hastalıklar
iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan
insanlar eşyaya Allah'ın nûruyla bakabilsin. Sadece görünenleri değil, perdenin
arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi
şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa'nın gökten inmesini beklemeye
lüzum yok. Hz. İsa'nın nefesine, Hz. Mûsâ'nın asasına, Hz. Muhammed'in
Kur'an'ına mirasçı sensin. Kurtuluş istiyorsan, kurtarıcı beklemekten vazgeç;
vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman!


Son söz: Her şeyin en doğrusunu bilen yalnız
Allah'tır. (25)