Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Ölüm; Gurbetten Vuslata Hicret
Ölüm 
 
Ölüm; Gurbetten Vuslata Hicret 
 
 
 
Ölümü tefekkür ederek yaşamak, hayatta "gidici" 
olarak yaşama sonucunu doğurur. Böyle yaşayan insan da hesabını ve yatırımını 
gideceği yere göre yapar. Hesaba çekilme günü gelmeden önce kendini hesaba 
çeker. Aksi halde, insan gideceği sâata kadar kalacakmış gibi yaşar ve tercihini 
ona göre yapar. "Ama siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha 
hayırlı ve daha kalıcıdır." (87/A'lâ, 16-17) Aşağı yukarı her insan, bir 
eşya satın alırken, önüne konan iki maldan "iyisi olsun, pahalı olsun" diyerek 
daha kalıcısını tercih ettiği halde, Allah'ın önüne koyduğu iki hayattan 
geçicisini tercih ediyor; kalıcısını bırakıyor. "Hayır, siz acele geçiveren 
şu dünyayı çok seviyorsunuz da âhireti bırakıyorsunuz!" (75/Kıyâme(t), 
20-21). Hayır, siz yaptığınız işlerin karşılıklarının acele, peşin verildiği şu 
dünyayı çok sevdiğiniz için karşılıkların veresiye olduğu öteki dünyayı 
bırakıyorsunuz, sevmiyorsunuz. "Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve 
mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle imtihan eder, deneriz. 
Sabredenleri müjdele." (2/Bakara, 155) "Yoksa içinizden Alah cihad 
edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?" 
(3/Âl-i İmran, 142) 
 
Görüldüğü gibi, dünyadaki acıların ve zevklerin 
altında imtihana çekilme esprisi yatmaktadır. O halde böyle durumlarda alınması 
gereken ilaç sabırdır. Çünkü bu zevkler ve acılar geçicidir. Geçici olması da 
sabrı kolaylaştırıyor. Sabretmediğimizde ne olur? Geçici zevklere sabretmeyip 
dalarsak, âhiretteki ebedî ve hakiki zevklerden mahrum kalırız. Şu hayatın 
geçici elemlerine sabretmezsek, bu defa hem ebedî, hem de daha ağır âhiret 
azabına maruz kalırız ve âhirette bize şöyle denilir: "İnkâr edenler, ateşe 
sunuldukları gün, onlara: 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi 
harcadınız, onların zevkini sürdünüz; ama bugün, yeryüzünde haksız yere büyüklük 
taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azab göreceksiniz' 
denir." (46/Ahkaf, 20) 
 
Kur'an'a baktığımız zaman adeta tüm azgınlık, 
isyan ve başkaldırıların sebeplerinin tek sebebe bağlandığını görürüz. O da 
âhireti hesaba katmadan ve âhiretten korkmadan yaşamak. 
"Hayır, doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar." 
(74/Müddessir, 53) Kur'an, terbiye etmeye çalıştığı insanda ilk etapta 
âhiret endişesi oluşturmaya çalışır. Bu endişe belli bir boyuta 
ulaştığı zaman insanların hayatlarında inkılabların gerçekleştiğine şahit 
oluruz. Mesela; içki Medine döneminde ve yaklaşık Uhud savaşı yıllarına kadar 
yasaklanmamıştır. Fakat o tarihlerde içkiyi kesin olarak yasaklayan âyet inince 
evdeki şarap küplerinin kırılarak içkili hayata son verildiğini görürüz. Peki, 
bu neden kaynaklanıyor? Tabii ki âhiret ve Allah korkusundan. O insanlar o güne 
kadar öyle eğitilmiş ki, yaptıkları işin âhirette kendilerine çok pahalıya 
malolacağı söylendiği anda hemen o işten vazgeçiyorlar. 
 
Âhirete imanı, âhiret endişelerini, cennet ve 
cehennem mefhumlarını ortadan kaldırdığınızda insanları gerçek anlamda motive 
edemezsiniz. Yani iyi şeyleri kendiliklerinden yaptırıp, kötülüklerden de 
kendiliklerinden vazgeçiremezsiniz. Âhirete iman; en büyük ve gerçek anlamda tek 
otokontrol mekanizmasıdır. Âhiret ve Allah korkusu olmadan insanları neye göre 
ahlaklı ve dürüst olmaya sevkedeceksiniz? Eğer bir insan, yaptığı bir kötülüğün 
cezâsını görmeyeceğini bilse, niye o kötülükten vazgeçsin veya yapacağı bir 
iyiliğin karşılığında mükâfat yoksa niçin o iyiliği yapsın? Denilebilir ki; 
insanlık için. Ben ölür ölmez bu insanlar çok kısa bir süre içinde beni 
unuTacaklar. Unutmasalar bile, öldükten sonra bana ne faydaları dokunabilecek 
ki? 
 
Ama düşünün ki "bir varlık" var ve "bir gün" 
var. O varlık, o günde yaptığınız tüm iyiliklerin karşılıklarını kat kat 
fazlasıyla verecek ve yaptığınız kötülüklerin de cezâsını verecek. O varlık ki, 
hiçbir iyiliği unutmaz, adaletli, kimseye zerre kadar zulmetmez, hiçbir şeye 
ihtiyacı yok. Her şeyin yaratıcısı ve sahibi, çok merhametli, çok affedici. 
İnsan, böyle bir varlığa iman edip sadece O'nun rızasını kazanmak idealiyle 
yaşadığı zaman artık siz bu insanları "Allah'ın rızasını kazanma" amacıyla iyi 
şeylere kolayca yönlendirebilir ve kötü şeylerden de kolayca 
sakındırabilirsiniz. Aksi takdirde bütün çabalarınız sonuçsuz kalır. Âhiret 
korkusu olmadan insanlar, fırsat bulduklarında kötülük yapabilecekleri için 
kimsenin kimseye güveni olmaz. 
 
İnsanın ve insanlığın kemali, âhirete iman 
olmadan mümkün olamazdı. Toplumsal huzurun ve ferdin saadetinin âhiret inancına 
bağlı olduğunu bize saadet asrının örnek toplumu öğretti. Hiçbir ahlakî kural 
tanımayan, fuhşun alenen işlenip suç sayılmadığı, birçok insanın babasının 
tombala usulü belirlendiği, kokuşmuş gelenek dışında kanun ve nizamın 
bulunmadığı, hak ve hukukun değil; gücün egemen olduğu, güçlünün hep haklı 
olduğu, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, faizin ve her türlü haksız 
kazancın normal sayıldığı, ezmeyene ezilmekten başka bir seçenek tanınmadığı 
cahiliyye toplumundan dünya tarihinin ender şahid olduğu faziletli bir toplum 
çıkarılmasında, âhiret inancının payı sanıldığından da daha büyüktür. 
 
Kur'an ve Sünnette Allah'a iman ile âhirete iman 
birlikte zikredilir. Zaten ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. 
Ayırdığımız zaman bir anlamı kalmaz. Örneğin, laiklerin inandığı gibi bir 
Allah'a inanıyorsunuz. Yani Allah'ın, kendi varlığınızı ve her şeyi yarattığını 
kabul ediyorsunuz. Fakat Allah'ı hayatınıza karıştırmıyorsunuz. Kötülük 
yaptığınızda cezâ vermiyor; iyi ve dürüst davrananlara da ödül vermiyor. Allah 
aşkına bana söyler misiniz böyle bir Allah'a inanmakla inanmamak arasında ne 
fark var? Hiçbir fark yok. Ama Allah'ın iyileri mükâfatlandıran, suçluları 
cezâlandıran bir varlık olduğuna iman eden, ayrıca zalimin cezâsını görmediği, 
mazlumun da hakkını şu hayatta alamadıklarını gören bir insan, elbette ölümden 
sonra bu işlerin tamamlandığı bir günün olduğuna zorunlu olarak iman eder. Zaten 
âhiret gününün bir başka adı da "din günü"dür. Din'in sözlük anlamlarından 
birisi de mükâfat ve cezâ olduğuna göre din günü; yapılan işlerin 
karşılıklarının verileceği gün manasına gelir. 
 
İki insan düşününüz. Birincisi hep onun bunun 
hakkını gasbetmiş, başkalarının alın teri ve emeği üzerinde keyif çatmış, 
ikincisi, başkalarının hukukuna tecavüz etmediği gibi bir ekmeğini ikiye bölerek 
tasadduk etmiş. Birincisi zulmetmiş, ezmiş, sömürmüş ve semirmiş. İkincisi 
yardım etmiş, gönül yapmış, onarmış ve mazlumu kollamış. Birincisi cana, mala, 
ırza tecavüz etmiş; ikincisi canı, malı, ırzı aziz ve muhterem bilmiş ve 
korumuş. Birincisi her türlü ahlakî kurallardan ve insanî faziletlerden uzak, 
arzularının ve tutkularının esiri olarak yaşamış; ikincisi Allah'ın kendisi için 
çizdiği sınırları yine O'nun sevgisi ve korkusuyla çiğnememiş ve hep ahlakî, 
insanî değer ve faziletleri koruyarak kuralları yaşamış. 
 
Evet, şimdi bu iki kişinin de öldükten sonra 
aynı sonuçla karşılaşıp yaptıklarının yanlarına kalacağını düşünmek hangi akla, 
hangi vicdana ve hangi adalete sığar? (M. İslâmoğlu, İman Risalesi, 287-288) 
 
 
Dünyanın; ekolojik anlamda tabii dengenin 
bozulması sınırından; ahlakî, kültürel, siyasi, ekonomik vb. anlamlarda da 
toplumsal dengenin deformasyonu sınırına kadar, ilahî olan her tür dengenin, 
tabiiliğin, sünnetullahın sınırlarını zorlayıcı bir sona doğru hızla 
yaklaştığını gördüğümüz bu dünyanın her şeye rağmen "halifesi" olarak 
seçilmişleri olan insanlarının, bu ilahî misyonlarını yerine getirebilmeleri 
için hâlâ bir fırsatları, bir şansları var. 
 
Batı uygarlığının; insanı ve tabiatı tahrip 
eden, baş döndürücü bir ilerleme-kalkınma yarışı ile büyüleyici çağdaşlık, 
modernlik sendromu ile ifsad edici iletişim-medya hegemonyası, iğfal edici gayri 
ahlakî yaşam tarzı ile artık âşina olduğumuz bu şeytanî uygarlığın sağına, 
soluna, ortasına bakmaksızın bütün yorumları, uzantıları ve sonuçları ile 
dünyayı ve insanlığı tehdit etmesine son verebilmek için hâlâ insanlığın en 
erdemlilerinin yapacakları bir şeyler var. 
 
Bu erdemlilerin ve daha doğrusu insana üflenen 
ilahî ruhun bütün erdemlerini temsil eden İslâm inancının insanlığa sunacağı 
ilahî hikmetin bir ayağını tevhid; diğer ayağını âhiret bilinci 
oluşturuyor. Batının şeytanî hegemonyasına alarak ilahî olana yüz çevirttiği, 
hikmeti ve ilahî bilgiyi unutturduğu, insanî olan, tabii olan, hak olan her şeye 
sırtını döndürdüğü insanlık, içine düştüğü şeytanî bataktan ancak tevhid 
ve âhiret ayaklarına basarak doğrulabilir. Bu gerçek, yeryüzünün her 
yöresinde her gün her sâat her an kendini gösteren trajik akıbetin farkına 
varan, farkında olan müslümanlar için üstlenilmesi gereken ağır sorumluluklar 
manasına geliyor. 
 
Dünya ve içindekilerin gelip geçici olduğunu, 
bir sınama ve imtihan aracı olduğunu bilen ve böyle inanan İslâm insanı, bu 
bilgisini ve bu imanını, kuru ve şematik, içi boş ve vicdanî inanç kofluğundan 
çıkartıp, olması gereken yere, âlemlerin rabbi olanın, dünya ve âhiretin sahibi 
olanın istediği yere, hayatın tam ortasına oturtmak zorundadır. 
 
Âhiret inancını hayatın tam ortasına oturtmak ne 
demektir? Ve bu, nasıl olabilir? Bu sorulara müslümanın, her müslüman topluluğun 
âhiret inancını gözden geçirmesi, içi boş bir inanç olmaktan çıkartıp, hayatına 
yön veren bir şuur/bilinç düzeyinde el alması ve müslüman insanın dünyevî 
yaşantısının bu bilinçle nasıl şekilleneceğini ortaya koyması ile cevap 
verilebilir. Bu da, elbette ki dünyaya değer vermeyerek, bir oyun ve eğlence 
gözüyle görerek dünyevî olana itibar etmeyerek, gelip geçici değerlerden yüz 
çevirip, o büyük gün için, Rabbimiz'in karşısına tek tek çıkacağımız, titreyerek 
ya da açık alınla çıkacağımız hesap günü için yaşamakla mümkündür. Bu mümkünü, 
hayatın tam ortasına oturmuş bir gerçekliğe dönüştürebilmek, yani gerçekten 
hesap günü için, hesap gününe ayarlanmış bir biçimde yaşayabilmek için de 
âhiretin bilincine varmış olmak gerekiyor. 
 
Ufukları ölümle sınırlı, ölüme kadar uzanabilen 
bir yaşam felsefesine inanan, ölüm öncesini de Allah'sız, âhiretsiz, 
ed-Din'siz beşerî ideolojilerin yaşam projeleriyle tasarlayan şeytanın 
kemalist ve batıcı dostlarının egemen olduğu bir toplumda hem bu bilince 
ulaşabilmek, hem de bu bilincin gerektirdiği tarzda yaşayabilmek -işin doğrusu- 
o kadar da kolay değil. Çünkü iki yüz yıldır ümmetin başına bela olan batı 
işbirlikçisi egemen güçlerin, ezerek, zulmederek, hile, dolap ve desiseler 
kurarak, batı batağına sürüklemeye çalıştığı ümmetin ve bir parçası olan 
yaşadığımız toprakların insanlarını, inkârın, şirkin, sapmanın, yüz 
çevirmenin, yalanlamanın, küçümsemenin, hor görmenin anaforundan baktığı ilahî 
değerlere, ed-din gerçeğine, felah (kurtuluş) yoluna yeniden, bıkmaksızın, 
usanmaksızın çağırmak ve bununla birlikte işbirlikçilerin, satılmışların, 
sömürücülerin, insanlık düşmanlarının, Allah düşmanlarının düzenlerine karşı 
bitmez tükenmez bir kin pınarından beslenerek savaşmak, bir ve en büyük olan 
Allah'a, âhiret gününe yakînen iman edenlerin mesleğidir. Âhiret bilincinin 
gerektirdiği tarzda yaşayabilmek bu mesleği icra etmektir ve onun için kolay 
değildir. 
 
Yaşadığımız toplumda bir asra yakın ifsad ve 
inkâr kaynaklı zulüm düzeninin, pozitivist ve modernist paradigmalar temelinde 
ürettiği kemalist, sağcı, solcu, milliyetçi, kapitalist vb. ideolojilerin 
kıskacında bulunan insanların arasından çıkan müslümanların, bu kıskacın 
etkilerini tamamen silebildiğini söyleyebilmek çok zordur. Şu veya bu şekilde 
tevhid bilincine erişmiş insanların aynı oranda ve önemde âhiret bilincine de 
ulaşabildiklerini ne yazık ki iddia edemiyoruz. Eğer tevhid bilinci insanlara 
beyinlerdeki ve kalplerdeki putları, tağutları yıktırıyorsa; âhiret bilinci de 
hayattaki putları ve tağutları yıkma mücadelesine sevkeder. Dünyayı 
değiştirmenin, toplumu değiştirmenin, insanı değiştirmenin en doğal, en sıradan 
faturası ve bedeli olan ölümü göze almanın, ölüme atılabilmenin, ölümden 
korkmamanın insanı davası uğruna mücadeleye sevkeden en güçlü sâik olduğunu 
görürüz. 
 
Eğer insanlar tevhid bilinciyle 
yorumlayabildikleri dünyayı değiştirebilmek için kıllarını dahi 
kıpırdatmıyorlarsa, ya da sadece kıllarını, ya da dillerini kıpırdatıyorlarsa, 
işte o zaman insanların iç dünyalarına inip oradaki tortuyu, toplumun 
kültüründen kalmış gizli kalıntıları, yani o çıplak ölüm korkusunu, o açık dünya 
sevgisini bulup çıkarmak gerekir; zira insanları, tevhide ulaştığı halde yerinde 
tuTacak olan, hâlâ yaşamaya, yalnızca yaşamaya sevkedecek olan tek sebep, bütün 
teorik, ilmî, fikrî izahların, yorumların, anlayışların aldatıcı perdesi 
arkasına gizlenen tek sebep; dünya sevgisi ve ölüm korkusudur. İslâmî bilincine 
rağmen bu içgüdüsel tortuyu barındıran insanların ölüm korkusu diğer insanlardan 
daha fazla, dünya sevgisi diğer insanlarınkinden daha yoğun ve kalıcı olur. 
Çünkü, bir içgüdü olarak, bilinçaltında sürekli beyin, kalp ve dildeki 
gerçeklerin perdesiyle örtülüp, bir biçimde buu gerçeklere inanıyor olmanın 
rahatlatıcı, yeterli gördürücü, tatmin edici işleviyle oyalanıyor olarak dünyayı 
sevmek daha meşru, ölümden korkmak daha doğal hale gelir ve bu insanlar âhiretin 
bilincine daha uzak bir noktaya düşerler. Çünkü bu bilinci de taşıdıklarını var 
saymakta ve kendilerini de başkalarını da buna inandırabilmektedirler. Oysa 
âhiret bilincini sıradan bir insana kavratabilmek daha kolay; bu tür insanların 
yeniden kavrayabilmeleri daha zordur. 
 
"Lâ ilâhe illâllah"ın bütün bir tarihi, bütün 
bir dünyayı, bütün bir toplumu izah eden esprisini kavrayıp da, yeryüzünde 
işlenen bunca zulme, bunca haksızlığa, bunca iğrençliğe şahid olup da, içinde 
yaşadığı toplumda ne yapmasını ve ne yapmamasını açık ve net bir şekilde 
kavrayıp da, hiçbir şey yokmuş gibi yaşamanın, hiçbir şey bilmiyormuş gibi 
davranmanın, hiç bir sorumluluğa sahip değilmiş gibi ömür tüketmenin başka bir 
izahı yoktur. Mücâdelesiz, kavgasız, çilesiz, hapissiz, işkencesiz, kansız, 
şehidsiz geçen günlerin; daha fazla küfür, daha fazla zulüm, daha fazla tuğyan, 
daha fazla zillet demek olduğunu bilen insanların, bilmesi ve gereken insanların 
hâlâ yerlerinde durabilmeleri, hâlâ mücadeleye atılmamaları, hâlâ kavgayı 
yarınlara erteleyici çözümlere sarılmaları, hâlâ kolay ve rahat yolları 
bayraklaştırabilmeleri, başka bir şeyle izah edilemez. Mücâdelenin, kanın, 
şehidin olmadığı yerde âhiret bilinci de gereği kadar yoktur demektir. 
Âhiret bilincinin gereği kadar olduğu bir yerde insanlar günlerini meydanlarda, 
sokaklarda, karakollarda, mahkemelerde, cezâevlerinde, mezarlarda ya da mezar 
başlarındaki şehadet andlarında doldururlar. 
 
Oysa düşmanın açık seçik belli olduğu, kavganın 
bütün yakıcılığıyla kendini dayattığı, inancın kan, ter ve gözyaşı ile ispat 
istediği bir zamanda, insanlar hâlâ kaybetmekten korkacakları şeyleri 
biriktirmekle meşgullerse, hâlâ yaşamak için, sıradan bir vatandaş olarak 
yaşamak için, sıradan bir vatandaş olarak yaşamak için çaba gösteriyorlarsa, 
hâlâ hayatın yutucu gerçekleri hesap gününün ürpertici gerçeğinin önüne 
geçebiliyorsa, hâlâ şerefsizce yaşamanın sermayesi olan dünyalık şeyler peşinde 
koşmak, âhiret kazanma çabasına girmemenin mazereti olabiliyorsa, o zaman 
Allah'ın ipine tutunarak ayağa kalkabilmenin bir ayağı yani âhiret bilinci eksik 
demektir. Zaten yüce Rabbimiz de Kur'ân-ı Kerîm'de sık sık "Allah'a ve âhiret 
gününe iman edenler" diyerek, iki ayağın kopmaz birliğini vurgulamıyor mu? 
 
Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin 
arasında özellikle ölümü, dirilişi, Kıyâmeti, mahşeri, cenneti, cehennemi, 
günahlarımızı, Allah'ın nimetlerine teşekkürdeki kusûr larımızı derin derin 
düşünelim. Bunu kendimize görev 
edinelim. Bu dünyadaki rahatımızdan fedakârlık yapalım. Hem burada tam bir rahat 
etme, hem de orada rahat etme gibi imkânsız ve gülünç olan sevdadan vazgeçelim. 
Sahâbeler, Hz. Peygamber'e, biraz rahatına bakması, kendini fazla yormaması 
yolunda birtakım şeyler söyleyince, Önder ve Örneğimiz'den şu cevabı alırlar: 
"Nasıl refah ve nimetin tadını bulurum ki, boynuz sahibi (İsrafil) boynuz (sûr 
)u ağzına koymuş, alnını eğdirmiş ve kulağını vermiş, ne zaman üfleyeceğine dair 
emir bekliyor." (Tirmizî) 
 
Kabirlere, hele gece karanlığında gidip, 
oralarda ölümle kolkola yaşayacağımız günleri düşünelim. Ölüm ve şehadet 
râbıtası yapalım. Allah'ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak 
müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım. Mezarlarda ve 
hayalinde düşünerek canlandırdığın kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik 
çukur, içinde birkaç kemik parçası ve mezar taşında da senin adın, evet senin 
adın, benim adım yazılı. Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük Kıyâmetin 
kopmasını bekliyordun veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin Kıyâmetin koptu. 
İşte bu Kıyâmete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını? Sakındın mı yapmaman 
gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-harçların, ümitlerin, 
beklentilerin, yatırımların... neresi için? Ölüm... Ne zaman? Evet ey insan! 
Tohumun toprağın üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi bir gün kabrinden 
çıkartılacağını, Rabbinin huzuruna gidip yaptıklarının ve yapmadıklarının 
hesabını vereceğini düşün ve hayatını ona göre düzenle: Çünkü, ölüm bir yok oluş 
değil; diriliştir. Ölüm uzakta değil; çok yakınımızdadır. 
 
Âhirete iman etmiş olmak, âhiret bilincine 
erişmiş olmak, yalnızca kafalarda âhiretle ilgili bilgileri arttırmakla, 
kalplerde âhirete olan inancı tazelemekle gerçekleşmez. Çünkü âhiret bilinci 
kafa ve kalpte başlayıp biten işlevsiz bir olgu değil; insan hayatının bütün 
boyutlarını ve ömrünün bütün anlarını belirleyen canlı ve dinamik bir olgudur. 
O yüzden Bakara sûresi 4. âyette Kur'an'ın doğru yola kılavuzluk edeceği 
muttakîlerin vasıfları sayılırken "âhirete inananlar" değil; "âhirete 
yakînen (şuurlu / bilinçli olarak) iman ederler." denilir. O yüzden 
âhiret bilincinin varlığını ve derecesini ölçebilmenin bir yolu sürekli olarak 
kafa ve kalbi gözden geçirmekse, bir diğer yolu da bizatihi yaşanan hayatı 
gözden geçirmek ve hesap günündeki ilahî sorguya uyup uymadığının muhâsebesini 
yapmaktır. Bu muhâsebe de, dünya ve içindekilere bağlılık, dünyevî zevk ve 
değerlere iltifat, ölüm duygusu ve gerçeğinden uzaklaşmak olumsuz; âhirete ve 
hesap gününe ayarlı bir hayat yaşamaya çalışmak, dünyadan, içindekilerden, 
geçici zevk ve değerlerden -Allah'ın istediği vasatın dışında- uzaklaşabilmek ve 
hayatı, enerjiyi, yetenekleri, bilgiyi, gücü, bedeni, kafayı Allah'ın davası 
için harcamak olumlu olarak değerlendirilmelidir. Birey olarak muhâsebesinde 
olumsuz hanesi ağır basanlar istedikleri kadar tevhid bilincine ulaştıklarını 
iddia etsinler, yaşadıkları hayatın yüzlerine çarpılacağını unutmamak 
zorundadırlar. 
 
Muhâsebesinde olumlu hanesi ağır basanlar ise, 
zaten içiçe yaşadıkları ölümle gerçek hayata geçtikleri andan itibaren Rablerine 
kavuşmanın mutluluğunu tadarlar. Ne mutlu onlara! Ne mutlu, ölümden 
korkmayan, ölümü sevebilen, ölümü arzulayabilen, ölümle dostluk kurabilen, 
ölümün koynunda ömür tüketebilen Allah erlerine! " Rabbinizin 
mağfiretine (bağışına) ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler 
ve yer kadar olan cennete koşun!" (Al-i İmran, 133). Âhiret bilinci; 
ölümü sevmek, ölümle bir yaşamak ve nasıl gelirse gelsin, ama müslümanca yaşayış 
üzerine gelsin, müslümana yakışır şekilde ölüme, yani cennete koşabilmektir. 
 (26)




 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.
 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.