Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Nefsin İşlevi
Nefsin İşlevi 
 
 
Nefsin 
İşlevi: 
 
 
?Nefs', tek tek her varlığa 
işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön kazandıran mânevî güce de verilen addır. 
Bu anlamda nefs, maddî hayatın kaynağıdır, yani isteklerin merkezidir. 
İnsan şekil yani cisim ve 
mânevî cephe sayılan ruhtan meydana gelir. İnsanın rûhu onun nefsidir de 
denmiştir. Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere ihtiyacı vardır. Nefs bu 
ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir. Nefsin istekleri hayatın devamı 
için gereklidir. Ancak nefis başıboş bırakıldığı zaman, aşırı istekler gündeme 
gelir ve insan o noktada hataya düşer. Kişinin yeme içme, soluk alıp verme, 
barınma, uyuma, sahip olma arzuları nefsin normal istekleridir. Ancak bu 
istekler başıboş bırakıldığında, kişi câhil, cimri, hasetçi, gözü doymaz, 
azgın,sapıtmış, gurura kapılmış bir varlık haline gelebilir. Çünkü nefsin yapısı 
buna uygundur. 
İşte dünya hayatının anlamı 
nefsin bu istekleriyle mücâdele etmede şekilleniyor. İslâm, bir başka deyişle 
Allah'ın dâveti kişiye bu mücâdeleyi öğretmektedir. İslâm'ın getirdiği ölçüler 
nefsin isteklerini olumlu bir şekilde yönlendirmeyi sağlar. Nefs bazen şeytanın 
kandırmasıyla kendini büyük görmeye ve doyumsuz olmaya başlar. O noktada kendini 
ve işlevini unutur. Sahibini azgınlığa ve isyâna sürükler. Aslında nefse isyanı 
da takvâyı da, hata yapmayı, aşırı istekleri, doyumsuz iştahları ve Allah'a 
itaat etmeyi de öğreten Allah'tır (91/Şems, 7-8). Ancak insan bu noktada 
sınanmaktadır. 
Nefsin istekleri kişinin 
hayatını sürdürmesini sağlar. Ama aşırı istekleri onu hataya ve çizilen 
sınırları aşmaya götürür. Sözgelimi, kişinin yemek isteği meşrûdur, bir 
ihtiyaçtır, ama başkasının yiyeceğini çalarak ihtiyacını gidermesi hatadır. 
Kişinin nefsi cinsel birleşmeye ihtiyaç duyar, ancak zina etmesi sınırı 
aşmasıdır. İnsanın dünya malına ve geçimliğine sahip olmak istemesi ve sahip 
olması normaldir. Çünkü insan böyle yaratılmıştır. Ancak kişi nefsinin aşırı 
arzularının peşine gider de, hangi yolla olursa olsun ve ahireti unutarak mal 
toplamaya çalışırsa hataya düşer. Kişilerin topluma yön vermesi, yönetmek 
istemesi doğaldır ve ihtiyaçtır. Ancak nefsinin gururuna kapılıp da zulmetmeye 
ve başkasının haklarına tecavüz etmeye kalkışanlar, sınırı aşanlardır. 
 
İslâm, insan ile onun nefsinin 
isteklerinin arasına bir denge getiriyor. Meşrû istekler ile, gayrı meşrû 
arzular arasına sınır koyuyor. Kur'an diyor ki: ?Elbette nefsini temizleyip 
parlatan kurtulmuştur. Onu (isyanla, günahla) örtüp saran da elbette ziyan 
etmiştir (yıkıma uğramıştır).? (91/Şems, 9-10) 
Kur'an, kötülüğü emreden nefse 
dikkat çekiyor. ?Ben nefsimi aklamam, çünkü nefis muhakkak kötülüğü emreder.? 
(12/Yusuf, 53). İtmi'nan bulmuş (tatmin olmuş, doymuş) nefisler, Allah onlardan 
râzı, onlar da Allah'tan râzı olarak kullarının arasına ve O'nun Cennetine 
girerler (89/Fecr, 27-30). Bu nefis, ya sağlam bir imana ermekle, ya korku ve 
üzüntüden güven içinde olarak, ya Allah'ı hakkıyla zikrederek, (Kalpler ancak 
Allah'ı zikretmekle tatmin olur (13/ Ra'd, 28), doyar ve kurtuluşa erer. 
Kişinin müslümanlığının 
işareti, nefsinin isteklerinin Kur'an'a ve Peygamberimizin koyduğu ölçülere 
uygun olmasıdır. Nefislerin; iman, ibâdet, itaat, duâ ve Allah yolunda çalışma 
ile tezkiye edilmesi (temizlenmesi, korunması) gerekir. 
Nefs kökünden türeyen ?nefes' 
solunan hava, sevinç ve rahatlık getiren rüzgâr demektir. Yine aynı kökten gelen 
?nifas' kadının doğum yapması, ?teneffüs' ırmağın veya sabahın ortaya çıkması 
veya ferahlanma (rahatlama), ?nefis' çok hoş, kendisine tutkun olunan şey 
anlamında kullanılmaktadır. 
Allah'ın sıfatlarından biri de 
?Kıyam bi-Nefsihi'dir, yani O kendi kendine vardır, hiç kimseye muhtaç değildir. 
(2) 
İnsanın yapısı hakkında 
Kuran'da verilen bilgileri incelerken, "nefs" kavramına oldukça sık rastlarız. 
Nefs Arapçada "insanın kendisi", anlamına gelir ve Türkçede tam bir karşılığı 
olmasa da "benlik" kelimesiyle bir derece tercüme edilebilir. 
Kuran'da haber verildiğine 
göre, "nefs" iki taraflıdır: İnsanın içinde kötülüğü emreden bir taraf ve o 
kötülükten sakınmayı emreden bir taraf bulunmaktadır. Şems Sûresi'nde bu durum 
şöyle anlatılır: "Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, Sonra ona 
fücûrunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). 
Onu arındırıp temizleyen gerçekten felâh bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, 
bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır." (91/Şems, 7-10) 
Âyetlerde nefisle ilgili olarak 
verilen bilgiler son derece önemlidir: Allah, insanı yaratırken nefsini 
düzenlemiş ve ona "fücur" ilham etmiştir. Fücur Arapçada, "doğruluk sınırlarının 
yırtılıp parçalanması" anlamına gelir. Dinî terim olarak fücurun anlamı ise 
şöyle verilir: "Günaha ve isyana girişmek, fâsık olmak, yalan söylemek, 
başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı bozmak, zinâ, ahlâkî 
çöküntü..." 
Şems Sûresi'ndeki âyetlerden 
öğrendiğimize göre Allah, bu kötülüklerin yanı sıra, insana nefsin fücurundan 
sakınmayı da ilham etmiştir. Ayrıca nefsini arındırıp temizleyen, yani nefsinin 
fücurunu kabul edip, Allah'ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır. 
Bu, ebedî ve gerçek kurtuluştur, yani Allah'ın rızâsını, rahmetini ve cennetini 
kazanmak... Buna karşılık, nefsini örten, yani onun fücurunu, pisliğini dışarı 
atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da 
Allah'ın lâneti ve cehennem azâbı demektir. 
Bu noktada çok önemli bir 
sonuca varıyoruz: Herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır. Bir insanın, 
nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul 
etmesi ve Allah'ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır. 
İşte mü'minlerle inkarcılar 
arasındaki en önemli farklardan biri bu noktada ortaya çıkmaktadır. İnsan, ancak 
İslâm'ın verdiği bilgi ve terbiye sonucunda nefsinin içinde kötülük bulunduğunu 
ve ondan sakınması gerektiğini öğrenir ve kabul eder. Dinin ve dolayısıyla dini 
tebliğ eden peygamberlerin en büyük özelliklerinden biri, insanların 
nefislerindeki kötülüğü ortaya çıkarmaları ve onu temizlemeleridir. Bu nedenle 
Kuran'da, Bakara Sûresi'nin 87. âyetinde inkârcı yahûdilere seslenilirken 
"... size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük 
taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek 
misiniz?" denildiği bildirilmektedir. 
Âyette bildirildiği gibi, 
inkârcılar nefislerindeki kötülüğe teslim olurlar ve bu nedenle de nefislerine 
aykırı gelen şeyleri kendilerine tavsiye eden hak dini ve o dini tebliğ edenleri 
yalanlarlar. Bu durumdaki bir insan, Şems Sûresi'ndeki âyetlerde bildirildiği 
gibi, nefsini örter ve onun fücuruna esir olur. 
Buna karşılık mü'minler 
Allah'ın varlığının, birliğinin farkındadırlar; O'ndan korkar ve Rabbimizin 
hükümlerine karşı gelmekten sakınırlar. Bu nedenle de nefislerindeki fücura 
teslim olmaz, onu örtmez, açığa çıkarır ve Allah'ın ilham ettiği şekilde ondan 
sakınırlar. 
Kuran'da haber verilen Hz. 
Yusuf'un, "Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefs -Rabbimin 
kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim 
Rabbim, bağışlayandır, merhamet edendir" (12/Yusuf, 53) sözleri, mü'minlerin 
nasıl düşünmeleri gerektiğini göstermektedir. Mü'min, her ortamda nefsinin 
kendisini yanlış yola yöneltmek isteyeceğinin bilincinde ve uyanık olmalıdır. 
 
Buraya kadar, ağırlıklı olarak 
nefsin iki zıt yönünden "fücur" kısmını inceledik. Aynı âyetin devamından nefse 
fücurunun yanı sıra bir de, bu fücurdan sakınmasını sağlayan bir kabiliyetin 
ilham edildiğini öğrenmekteyiz. İnsanı Allah'a ve dinin bildirdiği doğrulara, 
hayırlara yönelten, iyiyi ve kötüyü ayırt etmesini sağlayan nefsin bu yönü, halk 
arasında "vicdan" olarak tanımlanır. 
İşte, nefsin içinde, insanı 
daima kötülüğe çağıran hevâya karşın, onu daima iyiliğe çağıran vicdanı da 
vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran 
şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Vicdan, bir anlamda doğruya yönelten Allah'ın 
sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kuran'da gösterilen temel 
prensipleri tam olarak kavradığı takdirde, sürekli olarak doğru yolda 
ilerleyecektir. 
Kuran'ın tüm hükümleri, insanın 
içindeki vicdana uygun, o vicdanın ölçülerine göre belirlenmiş durumdadır. 
Ancak, Kuran'ın belirlediği vicdan ölçüleri, toplumda yerleşik olan "vicdan" 
ölçülerinden oldukça farklıdır. Toplumun vicdan anlayışı, yolda rastlanan bir 
fakire sadaka vermek ya da hayvanlara sevgi göstermek gibi son derece yüzeysel 
örneklerle sınırlıdır. Oysa mü'minin vicdanı, Kuran'ın tüm emirlerinin ve 
tavsiyelerinin yerine getirilmesini gerektirir. Hatta Kuran'da genel hatlarıyla 
belirtilen pek çok konunun ayrıntıları vicdan sayesinde belirlenir ve uygulanır. 
 
Örneğin, Kuran'da iman edenlere 
ihtiyaçlarından arta kalanı infak etmeleri emredilir. Fakat ihtiyacının ne kadar 
olduğunu herkes kendi vicdanı ile belirler. Vicdanı yeterince güçlü olmayan bir 
insan ise, dinin hükümlerini Allah'ın rızâsına en uygun biçimde uygulayamaz. 
Mü'min günlük hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında seçim yapmak 
durumunda kalır. Karşılaştığı seçenekler içinde, Allah'ın rızâsına en uygun 
olanını, dinin menfaatlerine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür. Bu seçimi 
yaparken muhâtap olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye girer 
ve hangi seçeneğin Allah'ın rızâsına daha uygun olacağını ona söyler. Ancak 
ikinci aşamada hevâsı da devreye girecek ve onu diğer alternatiflere yöneltmeye 
çalışacaktır. Bunun için de genellikle insana mâzeretler fısıldayacaktır. 
Kuran'da nefsin öne sürdüğü bu "mâzeret"lere sık sık dikkat çekilmektedir. 
Mü'min, nefsin kendisine 
fısıldadığı tüm mâzeret ve bahanelere kulaklarını tıkamalı ve vicdanının 
kendisine gösterdiği doğruyu uygulamalıdır. Kuran'da mü'minlerin vicdanına dair 
verilen örnekler, insanı bu konuda düşünmeye yöneltmelidir. Âyetlerde 
mü'minlerin savaşa çıkma şevklerinden şöyle söz edilmektedir: "Allah'a ve 
elçisine karşı 'içten bağlı kalıp hayra çağıranlar' oldukları sürece, güçsüz 
zayıflara, hastalara ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk 
(günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, 
bağışlayandır, merhamet edendir. Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) 
bindirmen için sana her gelişlerinde 'sizi bindirecek bir şey bulamıyorum' 
dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden 
yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur." (9/Tevbe, 
91-92) 
Savaşa çıkmak görünüşte son 
derece tehlikelidir. Savaşmaya giden bir insan, ölüme ya da yaralanmaya 
gittiğini bilir. Ancak buna karşın Peygamberimiz döneminde mü'minler Allah 
yolunda savaşmak için büyük bir istek duymuşlar, savaşa çıkamadıkları için de 
üzülmüşlerdir. Bu, Kuran'da kastedilen vicdanın çarpıcı bir örneğidir. 
Nefis mü'mini bir anda dinden 
döndüremez ama küçük tavizler koparmaya çalışır. Örneğin, mü'mini Allah yolunda 
yapması gereken bir işte tembelliğe yöneltmeye çalışır. Birtakım mâzeretler öne 
sürerek onu gevşekliğe sürüklemeyi dener. Eğer nefsin küçük isteklerine tâviz 
verilirse, nefsin insan üzerindeki etkisi gittikçe büyür ve sonuç, insanın 
imandan vazgeçmesi, yeniden nefsinin esiri olmasına kadar varabilir. 
İman eden her insan, her ne 
durumda olursa olsun, nefsine değil, Allah'ın hükmüne göre hareket etmekle, 
bencil tutkularını dizginlemekle yükümlüdür. Bir âyette şöyle bildirilmektedir: 
"Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup sakının, dinleyin ve 
itaat edin. Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. 
Kim nefsinin bencil tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte 
onlar, felâh (kurtuluş) bulanlardır." (64/Teğâbün, 16) 
Âyette, mü'minlere Allah'tan 
korkmaları, O'na itaat etmeleri, O'nun hükümlerini dinlemeleri ve infakta 
bulunmaları, yani mallarını Allah'ın rızâsına uygun olarak harcamaları 
emredilmektedir. Çünkü bunlar, insanın "nefsinin bencil tutkularından" 
korunmasına ve sonuçta felâha (büyük kurtuluş ve mutluluk) ulaşmasına neden 
olur. Aynı gerçek başka âyetlerde de şöyle vurgulanır: "Kim Rabbinin 
makamından korkar ve nefsi hevâ (istek ve tutkular)dan sakındırırsa, Artık 
şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir." (79/Nâziât, 40-41) 
Nefsinin bencil tutkularından 
korunarak nefsini arındırıp temizlemiş, dolayısıyla Allah'ın hoşnutluğuna ve 
cennetine kavuşmuş olan kişinin nefsi ise Kuran'da mutmain olmuş, yani tatmin 
bulmuş nefis olarak tanımlanır. Âyetlerde şöyle buyrulmaktadır: "Ey mutmain 
(tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık 
kullarımın arasına gir. Cennetime gir." (89/Fecr, 27-30) 
Nefsinin kötü isteklerine tâbi 
olup da onu temizleyip arındırmamış ve bu şekilde âhirete gitmiş bir kimsenin de 
pişmanlıktan başka bir nasibi yoktur. Gelmiş geçmiş milyarlarca inkârcının 
kıyâmet gününde yaşadıkları pişmanlık ve nefislerini kınamaları gerçekten çok 
dehşetli bir manzara oluşturur. Bu, kâfirleri bekleyen öyle büyük ve kaçınılmaz 
bir gerçektir ki, Allah âyetlerde kıyâmet gününün hemen ardından kendini kınayıp 
duran nefsin durumuna yemin etmektedir: "Hayır, kalkış (kıyâmet) gününe yemin 
ederim. Ve yine hayır; kendini kınayıp duran nefse de yemin ederim." 
(75/Kıyâmet, 1-2) (3) 
 




 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.
 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.