Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
4) MUHÂLEFETÜ'N Lİ'L-HAVÂDİS .
4 
 
4) MUHÂLEFETÜ'N Lİ'L-HAVÂDİS 
 
Yüce Allah'ın sonradan 
olanlara, sonradan yaratılmış olanlara benzememesi demektir. Yüce Allah'ın 
benzeri hiç bir şey yoktur. O'na eşit ve denk olan hiç bir varlık yoktur. Zaten 
kâdîm, bâkî ve bir tek olan varlığın sonradan olanlara benzememesi, yine O'nun 
bu sıfatlarının bir sonucudur ve O'nun yüce zatına mahsustur. Bu sıfata Şûrâ 
suresinin 11. âyetinde açıkça işaret buyurulmuştur: "O'nun benzeri hiç birşey 
yoktur, O işitendir, görendir." 
 
[1] 
Sonradan var olanlara 
benzememek demektir. Allah (c.c.) sonradan var olanlara, yani yaratılmış 
varlıklardan hiçbirine, hiçbir yönden benzemez. İnsanın aklına geldiği, 
düşüncesinin ulaşabildiği herşeyden Allah mutlak surette başkadır. İnsan aklı 
Allah'ın zatının mahiyetini anlayamaz. Bu yüzden insanlar bu konuda düşünmekten 
men olunmuşlardır. 
?O'na benzer hiçbir şey 
yoktur.? (Şûrâ: 42/11) 
Allah zat ve sıfatı ile 
sonradan yaratılmış olan hiçbir şeye benzemez. Bu sıfatın zıddı olan benzerlik, 
Allah hakkında akla aykırıdır, mümkün değildir. Sınırlı olan aklımızla Allah'ı 
nasıl düşünürsek düşünelim, hayâlimizde nasıl canlandırırsak canlandıralım, O, 
bizim düşündüklerimizden hayal ve tasavvurumuzdan geçirdiklerimizin hepsinden 
başka ve hiçbirine benzemeyen ilâhî bir varlıktır. Hayalimizden geçirdiğimiz 
bütün varlıklar, yok iken sonradan var olan, varlığı, bir başkasının varlığına 
muhtaç olan ve sonunda yok olmaya mahkûm, noksan varlıklardır. Allah ise her 
türlü noksanlıklardan uzak mükemmel ve mukaddes bir varlıktır. Böyle yüce bir 
varlık, önce yok iken var olan sonra yine yok olacak hiçbir varlığa benzemez. 
Allah kendi zatını "O'nun benzeri yoktur. O, herşeyi işitici ve görücüdür." 
(Şûrâ: 42/11) âyetiyle vasıflandırmıştır. Peygamberimiz de (s.a.s.), 
"Allah aklına gelen her şeyden başkadır." buyurmuştur. Allah, sonradan 
olanlara benzeseydi, bu takdirde hâdis yani başkasına muhtaç bir varlık olurdu. 
Kadim ve bakî olan bir varlık ise hâdis olamaz. Başkasına benzemeye muhtaç olan 
bir varlık, benzediği varlığın ve diğer varlıkların yaratıcısı olamaz. Allah, 
tek yaratıcı olduğuna göre, yarattıklarına benzemez ve muhalefetü'n li'l-havâdis 
sıfatıyla muttasıfdır. Bu sıfat aynı zamanda, Allah'ın, diğer varlıklarda 
bulunan cisimlik, cevherlik, arazlık, parçalardan bir araya gelmek, yemek, 
içmek, oturmak, uyumak, kederli ve sevinçli olmak gibi sıfatlardan da uzak 
olduğunu ifade eder. Fetih: 48/10; Rahmân: 55/27; Tâhâ: 20/5. âyetlerinde geçen 
"Allah'ın eli", "Allah'ın yüzü", ''Allah'ın arşı istiva-istilâ 
etmesi" gibi maddî varlıklara ait sıfatların Allah hakkında kullanılmış 
olması, Allah'ın başka varlıklara benzediğinin delili değildir. Bu kelimelerin 
hepsi mecâzî anlamdadır. Allah'ın eli: Allah'ın kudreti; Allah'ın yüzü: Allah'ın 
zatı mânâsında kullanılmıştır. 
 
[2] 
Cenab-ı Allah'ın tenzîhî ve 
selbî zâtına layık ve vacib sıfatlarından birisi. Bu sıfat Cenab-ı Hakk'ın zat 
ve sıfatlarında hiç bir şeye benzemediğini ifade eder. Muhalefetün li'l-havâdîs 
Allah'ın sonradan olan şeylere muhalif olması (benzememesi) demektir. Bunun 
zıddı sonradan olan şeylere mümaselet (benzemek)'tir; ki, Cenab-ı Hakk bundan 
münezzehtir. Allah Teâlâ'nın, zat ve sıfatlarından mümaselet ve müşahebeti 
(benzeri olmayı) kaldırdığı ve mefhumunda selb (nefy) anlamı bulunduğu için bu 
sıfat da Tenzihât denilen sıfat-ı selbiyeden sayılır. 
Cenab-ı Allah, Vâcibü'l-vücûd'tur. 
Zâtından dolayı zorunlu olarak var olmak, varlığında başkasına muhtaç olmamak, 
başlangıcı olmayıp ezeli olmak, bâkî ve ebedî olmak, vâcibü'l-vücûd'a lazım 
gelen vasıflardır. Cenab-ı Allah'tan başka her şey mümkindir ve sonradan var 
edilmişlerdir (hadisdirler). İmkan (varlığı zorunlu olmamak), hudûs (sonradan 
olmak), varlığında başkasına ihtiyaç, fâni ve sonu olmak, zeval bulmak, 
noksanlık her mümkine lazım gelen vasıflardır. Vacib her bakımdan mümkinlerin 
zıddıdır. Zat ve sıfatları bakımından birbirine zıd olan iki şey asla 
birbirlerine benzemezler. O halde Vacib Teala'nın zatı ve sıfatları mümkinatın 
hakikat ve özelliklerine benzemez. 
Allah, zat ve sıfatlarıyla 
ekmeldir. Başkaları noksan olup varlıklarında ve özelliklerinde Allah'a 
muhtaçtırlar. Kendisine muhtaç olunan ve kendisi mutlak ihtiyaçsız bulunan Allah 
Teâlâ, elbette her bakımdan kendisine muhtaç olan varhklara benzemez. Cenabı 
Allah'ın noksan varlıklara benzemesi, O'nun için nakisa (eksiklik) olur. O halde 
başkalarına benzemek Allah Teâlâ hakkında muhaldir. Mümkinatın her birinin 
birbirleri içerisinde cinsleri, tür ve benzerleri vardır. Cenab-ı Hakk'ın cins 
ve benzeri yoktur. Cins ve benzeri olmadığı için O'nun mahiyeti nedir? diye 
sorulamaz. O cüz ve parçalardan da mürekkep değildir. Cüz ve cisimlerin bitişme, 
ayrılma, hareket gibi hiç bir özelliği O'nda yoktur. Böyle olsa, bunlara muhtaç 
olmuş olurdu. O, mutlak ihtiyaçsızdır. O, bütün kâinatı yaratan tek yaratıcıdır. 
O, noksanlıklardan münezzeh, bütün ekmel sıfatlarla muttasıf, ekmel varlık ve 
tek yaratıcı olduğu için, azamet ve ahadiyyet perdesi ile gözlerden 
gizlenmiştir. Hattâ o kadar büyüktür ki, O'nun mahiyetini ve zatını akıllar 
idrak edemez, O'nun hakikatına hayal ve vehimler erişemez. Bunun için 
Peygamberimiz (s.a.s), (Aklına gelen her şeyden Allah başkadır) buyurmuştur. 
Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatlarının hakîkatini kavramak, O'nun ilâhi mahiyetini 
tasavvur edebilmek mümkün olmadığından, akıl ve hayalimize ne gelirse gelsin ve 
ne şekilde nasıl düşünürsek düşünelim; O, hayal ve tasavvur ettiklerimizden ve 
düşündüklerimizden başkadır. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'ın 
mahlûkatı, nîmetleri ve varlığına delâlet eden ayetleri hakkında düşününüz. 
O'nun zat ve mahiyeti hakkında düşünmeyiniz" buyurmuştur.[3] 
Buna göre, Allah'ın varlığına, kudret, ilim ve hikmetine delalet eden ayet ve 
delilleri akıllar idrak eder, gözler görür, var ve bir olduğu kesin olarak 
anlaşılır. 
Zatında ve sıfatlarında Allah 
Teâlâ'nın yerini tutacak ve O'nun makamına kaim olabilecek hiç bir şey de 
yoktur. Zatında O'nun yerini tutabilecek bir şeyin olmadığı malumdur. Cenab-ı 
Vacibul-Vücud'un hayat, ilim, kudret ve diğer bütün sıfatları, mahlûkatın 
sıfatlarından aralarında hiç bir münasebet ve benzerlik olmayacak kadar ekmel ve 
çok daha yücedir. Meselâ, bizim ilmimiz zorunlu olmayıp sonradan kazanılmıştır, 
arâzdır, bâki değildir; zail olur, her zaman yenilenir ve çok eksiktir. Yüce 
Allah'ın ilmi, O'nun zatına vacib zorunlu ezelî, ebedî ve tastamamdır. 
Geçmişte ve gelecekte O'nun ilminden bir zerre bile hariç kalmaz. 
O kudretiyle de ezelde ve ebed'te ekmeldir. O'nun her mümkine gücü yeter. 
Yüce Allah hiç 
bir şeye benzemediği için araz değildir. Çünkü araz, var olabilmesi için 
kendisini tutup taşıyan bir mahalle muhtaçtır. O'nun şekil ve sureti yoktur. 
Sonlu ve sınırlı değildir. Sonu yoktur. O zaman ve mekandan münezzehtir. Zaman 
ve mekânın fevkindedir. Hülâsa; Yüce Allah, mümkinât ve hadisler denilen 
varlıklara hiç bir şekilde benzemeyen ve bunların özelliklerinden münezzeh ekmel 
varlık ve tek yaratıcıdır. 
"O'nun 
benzeri şöyle dursun, benzeri gibisi bile yoktur. O, hakkıyla işitici ve 
görücüdür." (eş-Şura: 42/11) 
"Melekler 
saf saf olduğu halde Rabbin (in emri) geldiği vakitte." 
(el-Fecr: 89/22) 
"Rahman olan 
Allah Arş'ın üzerine istiva etmiştir." (Taha: 20/5) 
 
"Allah'ın 
eli, onların ellerinin üstündedir." (el-Feth: 48/10) 
gibi ayetlerde Allah Teâlâ'ya bir tür teşbihi (benzetmeyi) andıran sıfatlar 
isnad edilmiştir. Bu sıfatlara, haberî sıfatlar (es-Sıfatü'l-haberiyye) denilir. 
Selef uleması bu sıfatları tecsimsiz (cismiyat isnad etmeyerek) teşbihsiz (başkalarınınkine 
benzetmeyerek ve benzerliğini reddederek ve te'vilsiz kabul ederler ve bunlardan 
murad edilen manâyı Allah'a havale ederler. Halef uleması: (Kelamcıların 
müteahhirîni) ise, halkı teşbih vadisine düşmekten, Cenab-ı Allah'ı başka 
şeylere benzetmekten korumak için haberî sıfatlara Arap dili ve belağatına uygun 
olarak Cenab-ı Hakk'ın zatına lâyık bir anlam vermişlerdir. Meselâ yedullah'taki" 
yed'e kudret ve nimet; "vechü Rabbike" (er-Rahman: 55/27) deki vech'e, 
zat anlamını vermişler ve verdikleri bu manâların ihtimal dahilinde olduğunu ve 
kesinlik kazanamayacağını da söylemişlerdir ve neticede bu haberi sıfatlardan 
kesin olarak murad edilenin ne olduğunu yine Allah'a havale etmişlerdir.[4] 
Allah Teâlâ'dan başka her şey 
eski anlatımla ?Hâdis? tir. Yani sonradan olmadır. Halbuki Zât-ı İlahiye için 
böyle bir şey söz konusu değildir. Bu nedenle O'nun benzeri yoktur. 
 
[5] 
Dolayısıyla kâinâtta ne varsa ya ?pozitif?, ya ?negatif? veya ?nötr? dür; 
Halbuki Allah Teâlâ'nın bunlarla nitelenmesi söz konusu değildir. Çünkü O, ne 
cisimdir, ne maddedir; O, ezelî ve ebedî'dir; Doğmamıştır, doğurmamıştır. Bu 
bakımdan ?Hâdis? olan her şeye muhaliftir. (Yani sonradan olma her şeye 
aykırıdır.) İnsanın düşünce kapasitesi ve kavrayış gücü O'nun Zât-ı 
İlahiye'sini idrak edemez. O'nun için Allah Teâlâ'nın zâtı hakkında düşünen 
insan, bütün kapıları kapalı bulur. 
Bunun nedeni ise Yüce Allah'ın, 
en büyük gerçek 
 
[6] 
olmasında ve hiç bir şeye benzememesinde saklıdır. Başta en mükemmel yaratık 
olan insan aklı olmak üzere, Allah Teâlâ hiç bir şeye sığmayacak kadar yüceler 
yücesidir ve herhangi bir şeye benzemekten münezzehtir. İnsan aklı bütün 
gerçeklere inanabilecek kadar olgundur, ancak bütün gerçekleri tam anlamıyla 
kavrayacak aşkınlıkta değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ hakkında ulaşabileceğimiz 
en üst bilgi limitleriyle yetinmek zorundayız. Bu da ancak vahye bağlı kalmakla 
olur. Bununla yetinmek istemeyen insanlar zorunlu olarak bu limitlerin 
engellerine daima çok şiddetli bir şekilde çarpmış ve bocalamışlardır. İşte 
?Vahdet-i vücut?'çu ve ?Fenafillah?'çı zındıklarla 
 
[7] 
bazı filozofların ve diyalektisyenlerin başına gelen felaketler bundan 
kaynaklanmıştır. 
 
[8] 
 
 
 
 
 
 
 
 
 [1] 
 Cihad Tunç, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/406. 
 
 
 
 [2] 
 Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/116. 
 
 
 
 
 [3] 
 İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim; en-Necm: 53/42, et-Talak: 65/12. 
 ayetlerinin tefsirinde el-Azîzî, Siracü'l-Münir Şerhu'l-Camiu's-Sagir Mısır, 
 130 h. 2/170. 
 
 
 
 [4] 
 Şamil İslam Ansiklopedisi: 4/241-242. 
 
 
 
 
 [5] 
 Şura: 42/11 
 
 
 
 
 [6] 
 (Kur'ân-ı Kerim Sure: 112) Şeytanî eylencenin cümbüşü içinde kendini 
 kaybetmiş sürülerin daha çok stadyumlarda attıkları bir slogan vardır ki, 
 en az onlar kadar gaflet içinde bulunan insanların kulak zarlarını sıyırır 
 geçer : « En büyük (...), başka büyük yok » (!) Bu gafil zavallıların, 
 sevdiklerini göklere çıkarmak için o anki sersemlikle kustukları bu sözler, 
 aslında sinsi pozitivistler tarafından uydurulmuş ve yaygınlaştırılmıştır. 
 Bu tür sloganların asıl amacı en büyük gerçeğ'i zihinlerde 
 basitleştirmektir. Ama onlara rağmen : En büyük Allah Teâlâ'dır, başka 
 büyük yoktur!!! 
 
 
 
 
 
 [7] 
 a) Vahdet-i Vücud: Kainatla Allah arasında (haşa !) özde bir ayrılık 
 olmadığı inancıdır. Bu inanca göre ?kainattaki her şey O'nunla eş 
 değerdedir. Yaratıklar Yaratıcının bizzat özünden fışkırarak var 
 olmuşlardır.? 
 
 İlk kez Helenistik Yunan filozofları 
 tarafından ortaya atılan bu düşünce çok sonraları Zunnun-i Mısrî, 
 Celalüddin-i Rûmî ve özellikle Muhiddin-i Arabi gibi filozoflar tarafından 
 işlendi. Birçok insan bilerek veya bilmeyerek bu küfrün içine düştüler. 
 Genellikle tarikatların hepsi bu inancı benimsemektedir. Bu, onların 
 ?Vahdet,i vücut? felsefesini ve amacını bildikleri için değil, -maalesef- 
 bu felsefeyi yayan insanlara karşı duydukları aşırı saygıdan 
 kaynaklanmaktadır. Örneğin Muhiddin-i Arabi Hallac-ı Mansur ve Bayezid-i 
 Bistâmî gibi kimseler tarikatçıların gözünde o kadar yüce, o kadar 
 büyüktürler ki bunların bir yanlışlık yapmış olabileceklerine asla 
 inanmamaktadırlar. Halbuki Muhiddin-i Arabî'nin, ünlü yahudi filozof Musa 
 b. Meymun (M.1204)'un eserlerini okuyarak O'nun derin etkisinde kaldığı 
 birçok kaynaklarda vardır. Keza Bayezid-i Bistâmî'nin, Namlı zındıklardan 
 Ebu Ali es-Sindî aracılığıyla ?Patanjalizm? i aşılandığı, vaktiyle Hanefi 
 fıkhı ile meşgulken bu yola saptığı yine kaynaklarda yazılıdır. ?Vahdet-i 
 Vücûd?'u, Muhiddin'i Arabî öyle edebi ve havalı üsluplar kullanarak 
 anlatmış ve yorumlamıştır ki O'nun bu alanda sergilediği parlak başarı 
 insanları büyülemiş, dolayısıyla bu kadar bilgili bir insanın ancak evliya 
 olabileceği izlenimi uyanmıştır. 
 
 b) Fenâfillah: 
 Tasavvuf dilinde ?riyâzet? veya ?çile? olarak bilinen bir çeşit yoga ile 
 sözde zaman içinde ?benlikten sıyrılarak Allah'ın varlığında yok olmak? (?!) 
 demektir. Kaynağı bir Hind felsefesi olan patanjalizm'dir. Bazı kaynaklara 
 göre ?Fenafillah? sözcüğünü ilk defa kullanan Ebu Said El-Harrâz'dır. Gerek 
 ?Vahdet-i Vücûd?, gerekse ?Fenâfillah? idealleri anlatılırken: Genellikle 
 ön açıklamalarda (Her şeyin Allah'ın tecellisi olduğu ve her şeyin ancak 
 O'nunla var olduğu) şeklinde hazırlayıcı ve İslamın ruhuna aykırı olmayan 
 sözlerle insanlara yaklaşılmaktadır. Halbuki bu inanca kapılmış kimseler 
 zaman zaman ?Cennet ve cehennem önemli değildir.? diyerek Ku'rân 
 gerçeklerini açıkça küçümsemiş ve bunu da ?Önemli olan Allah'ın 
 hoşnutluğudur.? gibi spekülatif sözlerle ve sinsi bir şekilde örtbas etmeye 
 çalışmışlardır. Onlara göre ?Fena? makamından sonra, yani Allah'da eriyip 
 yok olduktan sonra (!) insan Allah'ın melekûtuna ulaşarak bu kez de 
 ?Bakâ?, yani sonsuzluk makamına yükselir ve Allah ile birleşerek 
 ölümsüzleşir. Bunun en çarpıcı bir örneği: Gerdek gecesi demek olan ?Şeb-i 
 arus? söylemiyle anlatılmıştır. 
 
 
 
 
 [8] 
 Ferit Aydın, İslam'da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 218-219.




 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.
 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.